2 Eylül 2010 Perşembe

Bir toplum, en fakiri kadar zengindir!



Yıllar öncesinden duyduğum o söz düştü önüme. Yapacak daha iyi bir işim yoktu ki, o sözün ardında yürümeye koyuldum.

Oldukça varlıklı olan bir kişi, sadaka vermeyi önemsediğini vurgulamak için, yolda arabasının camına yaklaşan bir dilenciye bir lira verdiğini söylemişti. Ne diyeceğimi bilemeden sus pus bakmıştım yüzüne. O ise halinden memnun gülümsemişti. Takdir bekliyordu belli ki. Yeniden hatırlayınca, hayalimde de bir şey söylemedim, söyleyemedim.

Yürüyordum, caddede. Derken, hayal perdesine hızlıca aktı hayatım. Orta halli bir ailenin çocuğu olarak fakirliği pek tatmadım diye düşünürken, içimden itiraz geldi. Hadi canım sen de diyerek uyardı beni (o sesin söylediklerini önümüzdeki haftaya bırakıyorum!).

Fakirlik deyince açlık gelir akla. Ölesiye açtım, susuzdum. Hem de zihnime sevdiğim yiyeceklerin görüntüleri hücum edecek kadar. Aç bir insanın yiyeceklere baktığı gibi bakıyordum hayalimdeki imgelere. İlk imge dondurmaydı. Pidenin kokusu mis gibiydi. İradi bir açlık ve susuzluktu bu. İyi ki oruç var, dedim içimden. Oruçluyken yaşadığım açlık hissini başka bir zamanda hiç hissetmemiştim. Allah açlıkla imtihan etmesin diye düşünürken, orucu bir kere daha sevdim. Fakirlikten (veya hastalıklardan dolayı yiyemeyip) aç olanların halini başkaca anlama imkânım yoktu. Başkasını hissetmeden, başkasına uzanmanın da imkânı yoktu.

Merhamet, başkasının acısını hissedip dert etmekse, Ramazan bu yüzden de "merhamet ayı" olabilir miydi? Derken, zengin fakir her oruçlunun aynı anda açlığı ve susuzluğu tatmasıyla eşitlenişi düştü aklıma. Bunu daha da sevdim. İftara daha beş saat vardı. Beş saat sonrasında aynı anda aç susuz olmanın yanı sıra, aynı anda tok olmanın eşitliğini de sevdim. Zengin fakir eşittik. Bir ve bütündük. Bir kuru ekmek hepimize aynı tadı veriyordu. Bir bardak su hepimiz için dünyanın en tatlı içeceğiydi. Hayat hepimiz için aynı kıymetteydi. Ramazan galiba büyük eşitliğin sağlandığı büyülü bir zamanın adı, dedim. Kendi kendime. Yalnız sayılmazdım anlayacağınız. Yanımda açlık ve susuzluk vardı. Bir de acziyet ve fakirlik vardı. Yanımda varlığımın mahiyeti ve esası vardı.

Ramazan aynı zamanda "zekât ayı" diye düşünürken, güzel bir insandan sudûr eden o güzel söz hatırıma düştü. İlk duyduğum andaki gibi yeniden uyandım karanlık uykudan. Yürüyordum. Caddede. Cadde tüm zenginliğini yitirdi birden. Caddenin tüm lüks arabaları eskimiş arabalara dönüştü. Işıltılı vitrinleri metruk birer haneye döndü. Şık giyimli insanların üzerindeki elbiseler yırtık pırtık bir hal aldı.

Aklım fikrim bu cümlede, peşine düşmüş yürüyordum. Bu seferde hayalhanemde dünyanın tüm zenginleri fakir oldu. Tüm gökdelenleri gecekonduya dönüştü. Tüm görkemli yapılar pul pul döküldü. Tüm toklar aç oldu. Tüm ışıklar karanlığa gark oldu. Ağaçların yaprakları döküldü. Tüm güzeller çirkin oldu. Tüm gençler yaşlandı.

"Bir toplum, en fakiri kadar zengindir." Duyduğumda mest olmuş, çokça da rahatsız olmuştum. Bu sözden sonra utanmak vacip oldu. Zenginim demek koca bir yalan oldu.

Derken, düşünce düşünceyi çağırdı. Zamanın Sahibinin sözü geldi uzaklardan, kalbime doldu: "Eskiden ekser İslâm aç değildi; tereffühe ihtiyar vardı. Şimdi açtır, telezzüze ihtiyar yoktur." Tüm tatlar acılaştı. Hayalimi süsleyen yiyecek imgeleri belleğin karanlığında gark oldu. Utanmak artık farz oldu.

Not: Başlıktaki güzel söz sevgili dostum Sırrı Süreyya Önder'e ait olup bu yazıda kullanmama izin verdiği için kendisine müteşekkirim.


Diyecektim

Çöle alışkın mizaçları bile telâşa düşüren o cehennem ağzı Ağustos Ramazanı günlerde neredeyse taşlar tutuşacak, sular alev alacakken, "Su Eşiği" diye bir yazı yazacaktım. Ey benim şehrim, diyecektim.

Suyun kıyısında kurulmuş çileli kentim. Ramazan ortasında sigarasını tüttüren tiryakiye başını çevirip bakmamayı başarsa da iftar vakti hâlâ sokaklarını boşaltan, trafiğin gürültüsünü dindirerek bana bir deniz uğultusu armağan eden şehrim.

Şimdi Ramazan ayındayız, açlığı hele susuzluğu daha iyi anladık, diyecektim. Bütün evrene dağıtılmış can'ın kutsal olduğunu, bu yüzden can taşıyan en küçük varlığın bile yaşamaya hakkı olduğunu, bu hakkı gözetmenin de bir insanlık sorumluluğu olduğunu seslenecektim. Sokaktaki sahipsiz hayvanlar susuzluktan kördüğüm. Trabzon kapısının önüne bir tas su koymayı başarırsa, çözülmeye başlayacak bu düğüm. Çünkü bir tas su bir bilinç halidir, şehir o bilinçle niyetini belli edecek. Haydi Trabzon, su eşiğini aş, diyecektim. Ağzı var dili yok bu hayvancıkların, yaşama alanları kalmamış, hayat mücadelesinde peşinen mağlup bu itilmiş kakılmışların içler acısı hali insanlar onları anlamadan çözülmeyecek. Şu katlanılmaz susuzluğa bu ayda bizi gönüllü katan İrade hatırına, bir tas su dilenecektim.

İnsanın insana, insanın hayvana, insanın bir dal parçasına şuurlu zulmünü anlayamayan ben, iyilik karşısındaki komikleşen bağlılığıyla Budala Prens Mişkin'e yöneltilen eleştiriyi üstüme alacaktım sonra: "Ama dostum siz dünyanın cennet olmasını istiyorsunuz". Doğru. Çünkü aslen oralıyım. Yoksa böyle acı çekmezdim.

Ama dünya cennete hiç de benzemeyecekti. Sitem edecektim: Hani alırken çok sevmiştiniz. Cins! Sizin de olsun bir tane! Güzel tüylerini taramış, sevginize alıştırmış, bir baş okşamasına bütün sadakatini ipotek etmiştiniz. Peki ne oldu şimdi? Hevesiniz mi geçti ki en sudan sebeplerle getirip ortaya bıraktınız. Otomobilinize aldınız son kez. Biraz yol gittiniz. Kapıyı açıverdiniz. Kimsesizliğin, tümüyle yabancısı olduğu yabanıl bir hayatın, dilini bilmediği bir savaşın ortasına usulca ittiriverdiniz. Arkanızdan baktı. Dönüp geleceksiniz sandı. Hani oyunlarınızdaki gibi. Gizlendiğiniz yerden çıkacağınızı. Gelmediniz.

Ama biliyor musunuz ki sizin bırakıp da gittiğiniz sağlıklı, parlak tüylü, mutlu hayvancıklar benim gözümün önünde günden güne eriyip gittiler. Şu anki hallerini görseniz tanımazsınız bile. Bu o mu? Tanımanız için yaralarını göstermesi yeter mi? Yaralarına ben bakıyorum şimdi. Benim gözlerim sizinkilerden keskin. Ama ben tek başıma yetemem. O kadar çok şeyle tek başına mücadele etmem gerek ki.

Allah'ın yarattığının kendi doğal döngüsünde değil, insan elinden bu suni bozuluşuna isyan ettiğimi. Bunca acıyla dolu dünyada "Bu kadar acı beni bozar" dediğimde Belkıs uyarmasa. "Bu kadar acı bazen de inşa eder" demese. Düştüğüm hava boşluğundan bu kez kurtulamayacaktım. Şimdi "sevmenin bir iddia olduğunu, isbatı gerektiğini" her zamankinden çok fark etmişken. Demiş ya Edip Cansever: Ne gelir elimizden insan olmaktan başka.

DİYECEKTİM. DİYEMEDİM.

Evinde bembeyaz bir kedi besleyen, siyahlar giymeyi seven bir kadındım ben. Bu yazıyı da böyle bitirmeyecektim. Ama yazan yazmış. Nerden bilebilirdim? Benzer bir "Şirin" hikâyesini dinledikten sonra ben de helâllik dilemiştim ya senden: Aybar, demiştim, sana iyi baktım. Elimden geleni ardıma komadım. Aç bırakmadım, susuz bırakmadım, esirgemedim sevgimi. Gerçi üzerimden onca keder geçerken ateşin yanında sen de alazlanmışsındır mutlaka. Ama bilerek bir kötülük etmedim sana. Kıyamet günü davacı olma benden.

Şimdi. Sırtına iğne oyalı tülbendim, boynuna saç bandım. Kucağına, benim en sevdiğim senin oyuncağın. Minik bir çam fidanının altındasın sen. Yaralı bir gülüşüm ben.

Bunca sevginin bir anda anıya dönüşmesi zoruma gidiyor. Dedikleri gibi, daha ne olsun, en kıymetli şeye mi dönüştün sen? Doksan yaşına gelen bir insanın anılarından başka bir şeyi kalmaz, he mi? Acı diner, gözyaşı da. Özlem bile azalabilir de bir tek anılar mı kalır yerli yerinde?

Peki!