16 Mart 2012 Cuma

Bahar, ölüm ve siz!


Ne kadar da kolay ölüverdiniz öyle Allah aşkına. Oysa sizi bir gören bir de görmeyen pişmanken, hiç ölmeyecek gibi duruyordunuz.


Şimdi, hiç ölmeyeceğinize iman etmişlerin yanılgısıyla, yorgun dalganın kumsalda tembel tembel dinlenmesine bakar gibi bakıyorum suyun yüzünün bana gösterdiğine.

Hiç ölmeyeceğinize her uydum akıllıyı inandırmanız sizin suçunuz; inananların suçu kendilerinden sorulsun. Lâkin siz de hiç ölmeyeceğinize inanmış olmalısınız. Yoksa kendi kendinize bu kadar saf olamazdınız.

Üşenmesem, en azından kendi payıma, ölümsüz olduğunuza dair bunca kuvvetli bir hisse neden kapıldığımıza dair sebepleri bir yerlerden bulup çıkarabilirim belki. Oysa hem üşeniyorum hem de hafızam bu günlerde alışılmadık denli kötü.

Yine de hatırladığım kadarıyla cirminizden büyük bir ateşiniz vardı sizin. Ağzınızdan ebediyet ırmaklarının döküldüğünü şu gözlerimizle görmüştük. Bizim ağzımıza bambaşka bir terminoloji verdiğiniz muhakkak, ceplerimize hiç tükenmeyen bir akçe bıraktığınızı da inkâr edemem. Ama hissi kaybolmuş her hatıra şimdi sadece kuru bir bilgi. Eğer bilgi istenirse buyurun işte, bir çocuk yanılgısı:

Bizim cellâdın satırı olan yanımız güya ki sizin baş veren yanınıza denk gelmemiş. Güya ki biz ateşmişiz de sıcağımız size değmemiş. Biz süs olsun diye aramazken kelimeleri, cümleleri cetvele dizmezken, sizin gramer aşkınız galip gelmiş. Sahi biz ne çalmışız siz ne söylemişsiniz? Çok pahalıya mal olmuşsunuz bu yüzden, üstelik kendinizi amorti bile edememişsiniz.

İnkâr yok, gökler başımıza yıkıldı sanmıştık bir ara. Kendi savurduğu dalgada boğulan, kopardığı fırtınada savrulan zavallı çocuktuk hatta. Bir şey kırılmıştı, avuçlarımız kan içinde kalmıştı. Ve ne komik, hem parmaklarımız doğranmıştı hem ortalığı temizlemek de bize kalmıştı. Kendi cenazemizi omuzlamıştık kısacası.

"Bu da geçmez yâ hû!" demiştik. Ama geçti.

Öldünüz sonunda, her fani gibi.

Bizim ömrümüz paslı bir usturanın ağzıyla ikiye bölünmüştü şunun şurasında. Bıraktığınız kiri pası, çevreye verdiğiniz geçici rahatsızlığı, sağa sola bulaştırdığınız isli karayı temizlemek biraz zaman aldı ama öldünüz işte sonunda.

Bize en büyük iyiliği de ölümünüzle yaptınız. Çünkü hiç ölmeyeceğinizi sanmıştık. Bundan büyük bilgi olur mu hiç, meğer siz de ölebilirmişsiniz. İşte tam da bu yüzden sahi ne güzel öldünüz ve iyi ki öldünüz. Ya hiç ölmeseydiniz?

Bizlerden sorarsanız, buralarda patlayan bahar başı fırtınalarına, hâlâ karla karışık yağan yağmura aldırmayın sakın. Cemreler düştü çoktan. Nevruz çarşambaları başladı. Semeniler, belinde kırmızı bir kuşakla hayat saçacakları gün için çimlenmeye bırakıldı. O bildik akşamüstü berraklığı ufkun arkasında ansızın belirdi. Bahar hayata dokundu. Fısıltısı rüzgâra karıştı. Ağaçların gövdesine için için su yürüdü. Tomurcukların bir gecede patlaması, kuru dallara hayat dolması, akasyaların şehri aklaması, papatyaların kırlara yayılması, bahçelerin mora dönmesi, güllerin saltanatı çok yakın. Görmüyor musunuz, kirliliği giderek tescillenen bir dünyada yedi kez deprem görmüş badem ağacının bile pembe çiçeği siyah gövde üzerinde başkaldırdı. Demem o ki meyvesini, çiçeğini, gölgesini, güneşini, semeresini, bereketini bekleyerek vakit geçirmeye gerek yok. Emeği ortada, bahar çoktan başladı.

11 Mart 2012
Pazar
Nazan Bekiroğlu

10 Mart 2012 Cumartesi

Yüzyılın en büyük icadı!



20 yaşından büyükler okumayabilir (A.Turan ALKAN)

Bugüne mahsus olmak üzere, günün mânâ ve ehemmiyetini dile getiren hadiseleri yorumlamayı, diğer köşe yazarı arkadaşlarıma devrederek sizlere yeni bir icadı tanıtmak istiyorum; bütün zamanların en iyi icadını...


İki gün önce, eski mesai arkadaşım Emine Şahin Tursun'dan bir e-mektup aldım. Diyor ki, "Hocam, bu videoyu seyrederken sizi hatırladım; eminim siz de beğeneceksiniz!" Beğenmek ne kelime yahu, bayıldım; mest oldum. İstedim ki, herkes bu güzellikten haberdar olsun. Video, 20 yaş altına hitab ediyor; okumakla ilgili bütün yan kavramları bilgisayar üzerinden öğrenen genç kuşaklara, çok eski ve güzel bir şeyi hatırlatıyor. Yaşınız tutmuyorsa, okumayabilirsiniz yani!

İnternette bulup seyretme imkânı olmayan okuyucular için videonun metnini (birkaç küçük değişiklikle) iktibas ediyor, bu arada bu güzellikten haberdar olmamız için metni Türkçeye çeviren meçhul kardeşime şükranlarımı sunuyorum.

Arkamıza yaslanalım ve bütün zamanların en iyi icadını bir kere daha keşfetmeye çalışalım; her gün yeni bir fettanlık, yeni bir sürüm numarası ile bizi kendine bendetmeye çalışan siber teknolojinin şartlanmalarından sıyrılarak, eşyâya bir başka gözle bakmayı deneyelim. İşte ışıklar söndü, gong çaldı, perde hafif bir hışırtıyla açıldı. Sahnede yeşil tişörtlü genç bir adam var:

"Merhaba, Sizi yepyeni bir cihazla tanıştıracağız.

Bio-optik bilgi merkezi olarak tasarlanan bu ürünün adı: Kitap.

Kitap, teknolojide devrimci bir çağ başlatan yeni bir buluş; kablo yok, elektrik devresi yok, pil yok, hiçbir bağlantı yok. Küçük ve taşıması kolay; her yerde kullanılabilir.

Elektrik ya da pil istemediği gibi şarj edilmesi gerekmez, her zaman her yerde kullanılabilir; elbette fişe takmanız gerekmeden.

Kitap asla çökmez; yeniden başlatma ihtiyacı duymaz.

Muhteşem özelliklerinin keyfini çıkarmak için kapağını açmanız yeterlidir; bu kadar basit çalışır.

Kitap, sıralı sayfa numaraları ile imal edilir ve her biri binlerce bitlik (byte) bilgiyi içerisinde barındırabilir. Her sayfa optik olarak [gözle] taranır ve bilgileri doğrudan beyninize kaydeder.

Tek bir parmak dokunuşu ile sonraki sayfaya geçebilirsiniz.

Sayfaları bir arada tutan bir düzeneği vardır: Cilt! Böylece sayfalar doğru sırasıyla bir arada tutturulur. Sağlam kâğıt teknolojisi sayesinde üreticiler her iki tarafı da kullanabilir; bu da bilgiyi ikiye katlar, maliyetleri düşürür.

Birçok kitabın başında kullanışlı bir "İçindekiler" sayfası bulunur; böylece aradığınız bilginin tam olarak nerede olduğunu bilir ve anında bulursunuz.

İsteğe bağlı bir gerecimiz daha var: Ayraç; bu araç yardımıyla kitap, son oturumda kaldığınız sayfadan açılır, kitap kapalı olsa bile...

Ayraçlar uluslararası standartlara uygundur, yani tek bir ayracı farklı üreticilerin kitaplarında kullanabilirsiniz; dahası, birden fazla ayraç tek bir kitap içinde kullanılabilir; kullanıcı isterse farklı arama sonuçlarını tek yerde kaydedebilir.

İsterseniz kitap içindeki yazıların yanına şahsî notlarınızı kaydedebilirsiniz. Bunun için basit bir programlama aracı kullanıyoruz: Kalem!

İsterseniz ellerinizi kullanmayabilirsiniz: Kitap tutucu (İngilizcesi book stand; tek kelimelik Türkçe karşılığını bilen var mı bu hiç kullanmadığımız gerecin?). Kitap, tutucusuna konulduğunda ellerinizi kullanmadan da kolayca okuyabilirsiniz. Sayfayı çevirmeniz gerektiğinde tek bir parmak hareketi yeterli olacaktır.

Kitap çevre dostu bir üründür, çünkü sadece yüzde 100 geri dönüşümlü malzemelerden imal edilir. Taşınabilir, dayanıklı ve bütçenize uygun olan kitap, size yeni bir eğlence dünyasının müjdesini veriyor.

Dünyayı anlamanın yöntemini değiştirecek yeni çağa hoşgeldiniz. Kitap çağına hoşgeldiniz!"

Not: Videoya YouTube sitesinin arama çubuğuna "Tüm zamanların en iyi icadı" yazarak ulaşabilirsiniz.








4 Mart 2012 Pazar

olmuş olmuş Şahan (:

Yani Olmuyor (Şahan Gökbakar'dan)



Şahan'dan bir de Kenan Doğulu parçası...

Aşk-Bekanın gölgesine yapışmak

Parmaklarının ucunda atıyor hayatın nabzı.
Gözlerinde ışıyor yaşam.
Güneş senin içinde doğup batıyor. Kar hislerinin üzerine yağıp eriyor.
Karla birlikte sen de eriyorsun, güneşle birlikte her gün battığın gibi.
Ağaçların dallarının ucunda patlayan tomurcuklar kalbinin içinde çiçekleniyor. Yine kalbinde sararıp soluyor çiçekler.
Bulutlar kalbinin üzerinde süzülüyor. Kuşlar ruhunda cıvıldaşıyor.
Kuşlar ruhunda sus pus oluyor.
Her şey sana şöyle bir uğruyor.
Bir uğrak yerisin.
Hangi gölge kalıcıdır, söylesene?
Kalmaya, dizlerinde derman kalmıyor varlıkların.



Gidiyorlar.
Gitmeyin, kalın, diyorsun.
Sanki sağırlar.
Yalvarıyorsun. Israrcı bir ev sahibi misali. Biraz daha kalın, diye.
Bir hoşçakala bile lüzum görmüyorlar.
Kederle kızgınlık çarpışıyor içinde.
Yalnızlık kaygısıyla yüzüstü bırakılmanın öfkesi sarmaş dolaş, sana arkadaşlık ediyor.
Yine kedere kaldın işte.
Varlıklar bir gölge.
Hatta belki de gölgelerin gölgeleri.
Onlar kucağında tutmak, nafile bir çaba.
Bir damlanın içinde yansıyan ışığı, güneş sanıyorsun.
Sevincin adı veda olmuş bu dünyada. Buluşmanın adı ayrılık. Sevmenin adı gitmek.
Yok hayır, kaçırma bakışlarını.
Gözlerini, varlıkların üzerindeki fanilik damgasına dik. Başka çare yok. Başka bir yolu yok şifanın.
Öyle diyor ya Zamanın Bedii: ''Hüsün ve cemalleri üstünde fânilik damgasını görür, alâka-i kalbi keser. Eğer kesmezse, mahbupları adedince mânevî cerihalar (yaralar) oluyor.''
Kaçırma gözlerini faniliğin üzerinden.
Bir kere daha bak, bin kere daha bak.
İçin sızım sızım sızlayana dek bak.
''Fanilik damgası'' kalbinin şifası.
Sonra da şöyle de: "Madem o hadsiz mahbubat fânidirler, beni bırakıp gidiyorlar. Onlar beni bırakmadan evvel ben onları Yâ Bâkî Ente'l-Bâkî demekle bırakıyorum. Yalnız Sen bâkisin ve Senin ibkân ile mevcudat beka bulabildiğini bilip itikad ederim. Öyleyse, Senin muhabbetinle onlar sevilir. Yoksa alâka-i kalbe lâyık değiller."
''Bütün firaklardan gelen feryatlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır.''
Yaratılır yaratılmaz, tutuşmuştun bekaya.
Hep sonsuzluk için ağladın. Hep ebediyet için kederlendin.
Şair'in (Pedro Salinas) dediği gibi, ''Bir gece gölgeye kapılmış, tutuluvermiştin.''
Tutulduğun kendi bekan değildi.
''Bendeki aşk-ı beka, bendeki bekaya değil, belki sebebsiz ve bizzât mahbub olan kemal-i mutlak sahibi, Zât-ı Zülkemal'in ve Zülcemal'in bir isminin bir cilvesinin mahiyetimde bir gölgesi bulunduğundan, fıtratımda o Kâmil-i Mutlak'ın varlığına ve kemaline ve bekasına müteveccih olan muhabbet-i fıtriye, gaflet yüzünden yolunu şaşırmış, gölgeye yapışmış, âyinenin bekasına âşık olmuştu.''
Baki olan Mutlak Varlık, isminin tecellisini koymuş içine. Kendi bekanı, kendi sonsuzluğunu iste diye değil, O'nun sonsuzluğunu talep et diye. O'nun Baki ismini talep et diye. O'nun Baki ismine ayna ol diye.
Ne yapmalı peki? Ne etmeli?
Nedir bizim en mühim işimiz, bu fanilerin arasında bir fani olarak?
''Elbette insana en lâzım iş, en mühim vazife, o Bâkîye karşı alâka peydâ etmektir ve esmâsına yapışmaktır. Çünkü Bâkî yoluna sarf olunan her şey bir nevi bekaya mazhar olur.''
Gün gelir, devran döner.
Sen de gidersin. Ardında bıraktığın gözler senin için yaş döker bu sefer.
Aklına geldikçe, için titriyor.
Kim bilir, her an gidiyorsun.
Varsın olsun. Gitmeyen birine bağlı ya kalbin.
Bu da kalbinin esintisi olsun.
(Mustafa ULUSOY)

Filmlerin de ruhu vardır

İlk savaşı ben verdim. Fatih'le karşılaşmaya hazırladığım ruhum perde açıldığında reklamların saldırısına uğradı.
Kendimi koruyacak bir kalem yoktu. Koltuğumda hafif hafif sağa sola kaykılarak üzerime yağan okları savuşturmaya çalıştım. Ele geçirilmek istemiyordum. Burçlarım olsaydı kızgın yağ dökerdim kasa şövalyelerinin üstüne. Patlamış mısırdan etkileneceğe benzemiyorlardı. Ardı arkası kesilmiyordu akınların. Püskürtülen kuvvetler çok geçmeden yerlerini yenilerine bırakıyordu. Müslümandım, Papa'dan yardım dileyemezdim, yardım isteyebileceğim bir komşum da yoktu. Yanımdaki koltukta oturan bahtsız aldığı yaralardan baygın düşmüş, cebinden paralar sızıyordu. Makinistten imdat dileyebilirdim. Fakat zaman değişmiş, "Makinist kes!" diye bağırabilen kostak seyirciler tarihin tozlu sayfalarında kalmıştı. Farklı bir açıdan bakarak içimi rahatlatmaya çalıştım. Bütün dünya beni ele geçirmeye çalıştığına göre önemliydim.
Film başladığında yorgun düşmüştüm. Beni diriltecek büyülü kelime "Medine"ydi. Sahabi, Mısır televizyonu spikeri edasıyla tane tane okuyordu hadisi: "Letuftahanne'l- Konstantiniyye..." Hayalimdeki resimle örtüşmedi bu yüz. Bu tabiî bir şeydi aslında. Hangi suret hayallerimizle yarışabilirdi. Fakat sorun yüz değildi galiba, heybet arıyordum. Bir bakış, bir mimik, bir ruh esintisi... Hz. Hamza ve Ömer Muhtar'dan göz aşinalığımız vardı; yaşasaydı da Anthony Quinn oynasaydı tek cümlelik bu rolü! Her neyse takılmayayım ilk sahneye. Bu filmde sinemada olduğunuzu unutturacak rüyalar da var. Sırayla söz etmeyeceğim ve her şeyi anlatmayacağım size. Çünkü bu film seyredilmeyi hak ediyor. Ah o dövüş sahneleri! Gerçekten çok etkileyiciydi. Az daha sinemadan çıkıp kaldırımda satılan çakma bir samuray kılıcıyla dönecektim perdeye. Saçlarım zaten uzundu. Yanaklardan içeri doğru oyulmuş bir şövalye sakalı da edinebilirsem her iki tarafta da yabancılık çekmezdim. Ulubatlı Hasan'la Jüstinyani ne kadar benziyordu birbirine!
Yalnız topların dökümü, gemilerin karadan yürütülmesi ve surun altında kan ter içinde tünel kazan lağımcılar için dahi bu filmi seyredebilirdim. Her filme bir masal gözüyle baktığımdan, olmuş mudur olmamış mıdır, tartışmasını tarihçilere bırakarak inandırıcılığını sorguladım filmin. Namık Kemal'in Vatan Yahut Silistire'sindeki erkek kılığına girmiş Zekiye'nin yeni versiyonu Era'ya ısınamadım bu yüzden. Fatih'i mızmız, Akşemseddin'i komik, Ulubatlı'yı "Cool" buldum. Kahramanların Refik Halit Karay'ı mezarında gülümseten 2012'nin İstanbul Türkçesiyle konuşmalarınaysa bayıldım. Sultanların o pek meşhur "Tiz" sözüyle başlayan, "Yapıla, edile, vurula" gibi emirlerini duyamayınca, Fatih'in askerlerine yaptığı konuşmayı endişeyle izledim. Ya "İstanbul'u fethetmeniz gerekiyor değerli askerlerim!" deseydi!
Filme en çok Fatih'in şehre girme sahnesini seyretmek için gitmiştim. Fetih askerlerinin arasına karışıp onlarla dualar etmek istiyordum. İtiraf edeyim, şükür gözyaşları dökmeye ihtiyacım vardı. Kamera her yüzün ebedi haritasını çıkaracak diye boşuna bekledim; benim yüzümü de içine alacak diye boşuna. Hiç kimse sormuyor; mehter nerede! Üç yüz kişilik o ilahi orkestra... Tekbirin sırasıydı hem; dudaklar kıpır kıpır oynayacaktı. Fatih'in muzaffer bir kumandan olarak Ayasofya'ya girmeden önceki bir hareketi vardı ki, Stefan Zweig'ın dahi gözünü kamaştırmıştı. Filmde yanından bile geçilmeyen bu sahneyi bakın nasıl anlatıyordu Zweig "Yıldızın Parladığı Anlar" kitabında: "Bu kiliseyi Tanrısına dünya var oldukça kalsın diye adamadan önce şükran borcunu ödeyecek Sultan, büyük bir alçakgönüllülükle atından iniyor ve yere kapanarak dua ediyor. Sonra da bir avuç toprak alıp başının üzerinden serpiyor ve bu davranışıyla ölümlülüğünü hatırlamak, zaferi ile mağrur olmamak istiyor..."
Ayasofya'ya girdikten sonraki sahneyi ise şöyle betimliyor biyografinin üstadı: " ... Bu eşsiz ihtişam içindeki dualar sarayının kendisine değil, büyük Tanrısına ait olduğunu kuvvetle hissediyor. Derhal bir imam getiriyor ve Padişah, yüzü Mekke'ye çevrili olduğu halde, evrenin mutlak hâkimi olan Tanrısına bu Hıristiyan mabedi içinde ilk namazını kılarken, minbere çıkan imam da, İslam dininin şartlarını yerine getiriyor. Hemen ertesi gün, ustalara eski dinin bütün işaretlerini kaybetmek işi emrediliyor. Mihraplar yıkılıyor, mozaikler badana ile örtülüyor ve yeryüzünün bütün acılarını kucaklamak ister gibi bin yıl kollarını açmış olan haç, Ayasofya'nın tepesindeki salip, boğuk bir gürültü çıkararak yere kapanıyor..."
Kırmızı kadife perde ağır ağır kapanırken film alt yazıları gibi şu cümleler geçiyor aklımdan: Büyük emekler verilmiş bu film seyredilmeyi hak ediyor, daha iyilerini düşleyebilmek için. Ne demiş Araplar, "Mâ lâ yudrek kulluhu, lâ yutrek culluhu/ Bir şeyin tamamı elde edilemese de bir kısmından vazgeçilmez."

(A.Ali URAL)

Yeni TL Simgesinin Japonca Anlamı

Sosyal alemin müdavimlerine göre TL'nin yeni simgesi Japonca'da bakın ne anlamına geliyor.
Türk Lirası'nın yeni simgesi açıklanır açıklanmaz sosyal medyadaki tartışmalar başladı. Herkes kendi düşüncelerini aktarırken ortaya çok ilginç bilgiler de çıkmaya başladı.

Türk lirasının yeni simgesi ile ilgili benzetmeler sosyal medyada havada uçuşurken twitter'da gözümüze takılan bir yorumu sizlerle paylaşalım istedik.

Twitter'ın araştırmacı kullanıcılarınaa göre Türk lirasının yeni simgesi Japonca'da "ayrıca" anlamına geliyor. Üstelik bunu kendiniz de test edip görebiliyorsunuz. Yapacağınız şey sadece Google'a girmek. (:







Gönül!



Gönül öyle yol geçen hanı değil,

Dergahtır!



Paldır küldür girilip çıkılmaz,

Günahtır...



(Mevlana)


Kır Çiçeği




Sezen Aksu’nun 16 yaşında yaptığı ve ilk bestesi olan “Kır Çiçeği”, Türk Sanat Müziği eseri olmasıyla da diğer bestelerinden ayrılıyor.
Bir çoğumuzun kulağında yer etmiş Türk Sanat Müziği eserlerinin seslendirildiği Suzan Kardeş’in “Bekriya” albümünde farklı bir Sezen Aksu eseri yer alıyor.
Sezen Aksu’nun ilk göz ağrısı olan Türk Sanat Müziği dalında 16 yaşında yaptığı “Kır Çiçeği”, aynı zamanda kendisinin ilk bestesi olma özelliğini de taşıyor. Albümde bu eseri Sezen Aksu ve Suzan Kardeş birlikte seslendiriyor.

Eserin sözleri ise şöyle:

Kır Çiçeği
Hiç olmazsa bir kere gel aşkımızın mezarına
Ne gül, ne zambak
Kır çiçeği yeter de artar beni anmaya
Bir dolu ümit, bir dolu inanç
Hepsi uçtu gitti havaya
Ben yaşıyorum, içim öldü
Çünkü onu gömdüm toprağa

Ney olup ağlamaktır en güzel duamız!