21 Kasım 2010 Pazar

Gitmeyin, kalın / Nazan Bekiroğlu


Sırtınıza bir derviş hırkası atıp atmadığınızı kestiremem elbet ama bayramlık çocuklar gibi giyinmiştiniz.

Yalan yok, kristal pabucunuzda minicik ayağınızı sakınarak basmasanız, tek düze taşlar arasında bileğinizden incinecektiniz. Başınızda hâlâ kirazlı hasır şapka, sırtınızda volanlı, pembe tafta elbise. Taşbebekler gibiydiniz.

Yüzünüzde bir PollyAnna tebessümü. Hâlitasından geçtiğiniz onca yol üzerinde, kendinizce bir emniyet şeridi bile belirlemiştiniz: Bilmemenin, görmemenin, işitmemenin bilinci.

Bilirdiniz ki, çilenin, yani başkalarının çektiği çilenin cahili olursanız sorumluluk da kalkardı sırtınızdan kendiliğinden. Vicdanınız sizi rahatsız etmezdi o zaman. Görmezseniz, içiniz bulanmazdı. Ne kadar az bilirseniz canınız o kadar az acırdı. Bilmezseniz, nerden bileceksiniz?

Haklı nedenleriniz vardı gerçi. Kendi içinizde bunca dengeyi bir araya getirip de bir korunak tutturabilmek için az mı mesafe kat etmiş az mı hesap yapmış az mı zaman geçirmiştiniz? Kolay değildiniz.

Hem, hayatın en sert darbesine maruz kalmışların, aniden, münasebetsizce gözünüzün önünde açılıveren "underground" bir acının karşısında. Parılcaklarınızın akmasına aldırmadan ağladığınıza evet, ben de tanıklık edebilirim. Güzel çantanızdan çıkardığınız birkaç kuruşu, hemen oracıkta mağdur bir avuca tutuşturduğunuz da muhtemeldir kuvvetle.

Siz orada duruyordunuz. Ben size bakıyordum. Bunları düşünüyordum. Bayram günüydü. Sizi bir yerlerden tanıyordum.

Sonra aramızdan aniden bir şey geçti. Sakatlanmış arka ayağını ardı sıra sürüyen bir şey. Sizin de yüzünüzden bir keder geçti. Gözleriniz gölgelendi. Ama o kadar. Bir şey yapmadan, gittiniz. Acı çekmiştiniz nasılsa. Ödemiştiniz payınıza düşeni. Randevularınız vardı besbelli. Bir yerlere yetişecektiniz. Bayram günü üstelik. Elinizden ne gelirdi? Ne yapabilirdiniz?

Bahaneler üretmediniz aslında. O bahaneler zaten hep varlardı. Arkalarına sığındınız sadece. O tarafta kaldınız. Bu tarafa geçmediniz. Daha fazlasını görmek istemediniz.

Oysa. Görmelisiniz. Metanetli olmak için tanık olmalısınız önce. Sonra, bir şey yapmalısınız. Bırakın hesaplar yapmayı, dengeler kurmayı. Bırakın büyük hikâyeleri. Açın gözlerinizi. Önce yapın sonra açıklarsınız, İsmet Özel'in dediği gibi.

Biliyorum, daha fazlasını görürseniz, varlığıyla o kadar çok övündüğünüz vicdanınız sizi rahat bırakmayacak, hiçbir şey bir daha eskisi gibi olmayacak. En azından kısa vadede rahatınız kaçacak. Kolay değil.

Ama biliyor musunuz ki eğer böyle devam ederseniz. Yok sayarak, varlığından bile haberdar olmadığınız acılar için acı çekme yükümlülüğünü sırtınızdan tümüyle atarak, yaşayıp gideceksiniz.

Oysa kendi acısında bütün evrenin acısını tecrübe edenler kadar bütün evrenin acısını da kendi acısına çevirebilenlere insan denir ve yalnızca onlara insan denir. (Şu, "yalnızca" kaydında insan tanımı için bakabilirsiniz: Sırrı Süreyya Önder, Radikal, 5 Kasım 2010 yazısı, son cümle).

Ben şimdi size münasebetsizce, idealizmi mi öğütlüyorum? Gaza basıp gitmemeyi, bekleyecek ne varsa onun beklemesine aldırmadan, bu durakta inmeyi?

Olsun. Şefaatçisi kalmamış bir kelimenin müridi olmaya çoktandır razıyım ben. Ne tarihe ne de coğrafyaya inanıyorum çünkü artık.

Sadece insan'a inanıyorum, diyesim geliyor. Ama insana, kimsenin etmediğini eden de yine insan. Öyleyse sadece insaniyetli olmaya inanıyorum.

Siz de öyle yapın.

Acıyıp da geçmeyin.

Kalın.