31 Aralık 2010 Cuma

'Ben bir şair olsaydım eğer!' - Murathan Mungan



Ben bir şair olsaydım eğer,
cümle cümle vururdum seni.
Her noktasında dururdu kalbin !..
Ben bir şair olsaydım eğer,
öyle bir şiir yazardım ki sana sevgili ;
Harflerine asardın kendini...!

Sezen Aksu - Eskidendi Çok Eskiden



Hani erken inerdi karanlık
Hani yağmur yağardı inceden
Hani okuldan, işten dönerken
Işıklar yanardı evlerde
Mevsimler kimseyi dinlemezken
Hani çocuklar gibi zaman nedir bilmezken
Hani herkes arkadaş
Hani oyunlar sürerken
Hani çerçeveler boş
Hani körkütük sarhoş gençliğimizden
Hani şarkılar bizi henüz bu kadar incitmezken
Eskidendi, eskidendi, çok eskiden
Şimdi ay usul, yıldızlar eski
Hatıralar gökyüzü gibi
Gitmiyor üzerimizden
Geçen geçti , geçen geçti
Hadi geceyi söndür kalbim
Şimdi uykusuzluk vakti
Gençlik de geceler gibi eskidendi
Hani herkes arkadaş
Hani oyunlar sürerken
Kimse bize ihanet etmemiş
Biz kimseyi aldatmamışken
Hani biz kimseye küsmemiş
Hani hiç kimse ölmemişken
Eskidendi, eskidendi

Söz: Murathan Mungan
Müzik: Atilla Özdemiroğlu

10 Aralık 2010 Cuma

Sami Yusuf - Without You



Without You / (Giz-Sezen AKSU)

Just like a heart between beats
I would feel nothing you see,
If you took your love from me
I don’t know what more would life mean,

I’d use my final breath
To call out your name and let,
That breath upon the breeze
Rise like a kiss to thee Without You

Sezen Aksu - GİZ



Giz

Eser bir yel dağılır sis
Ne iz bırakır ne bir giz
Yine o derin, dipsiz
O şefkatle affeden

Evvelim şimdim ahirim
Benim sevgili sahibim
Bir okula misafirim
Mezuniyeti bekleyen

21 Kasım 2010 Pazar

Gitmeyin, kalın / Nazan Bekiroğlu


Sırtınıza bir derviş hırkası atıp atmadığınızı kestiremem elbet ama bayramlık çocuklar gibi giyinmiştiniz.

Yalan yok, kristal pabucunuzda minicik ayağınızı sakınarak basmasanız, tek düze taşlar arasında bileğinizden incinecektiniz. Başınızda hâlâ kirazlı hasır şapka, sırtınızda volanlı, pembe tafta elbise. Taşbebekler gibiydiniz.

Yüzünüzde bir PollyAnna tebessümü. Hâlitasından geçtiğiniz onca yol üzerinde, kendinizce bir emniyet şeridi bile belirlemiştiniz: Bilmemenin, görmemenin, işitmemenin bilinci.

Bilirdiniz ki, çilenin, yani başkalarının çektiği çilenin cahili olursanız sorumluluk da kalkardı sırtınızdan kendiliğinden. Vicdanınız sizi rahatsız etmezdi o zaman. Görmezseniz, içiniz bulanmazdı. Ne kadar az bilirseniz canınız o kadar az acırdı. Bilmezseniz, nerden bileceksiniz?

Haklı nedenleriniz vardı gerçi. Kendi içinizde bunca dengeyi bir araya getirip de bir korunak tutturabilmek için az mı mesafe kat etmiş az mı hesap yapmış az mı zaman geçirmiştiniz? Kolay değildiniz.

Hem, hayatın en sert darbesine maruz kalmışların, aniden, münasebetsizce gözünüzün önünde açılıveren "underground" bir acının karşısında. Parılcaklarınızın akmasına aldırmadan ağladığınıza evet, ben de tanıklık edebilirim. Güzel çantanızdan çıkardığınız birkaç kuruşu, hemen oracıkta mağdur bir avuca tutuşturduğunuz da muhtemeldir kuvvetle.

Siz orada duruyordunuz. Ben size bakıyordum. Bunları düşünüyordum. Bayram günüydü. Sizi bir yerlerden tanıyordum.

Sonra aramızdan aniden bir şey geçti. Sakatlanmış arka ayağını ardı sıra sürüyen bir şey. Sizin de yüzünüzden bir keder geçti. Gözleriniz gölgelendi. Ama o kadar. Bir şey yapmadan, gittiniz. Acı çekmiştiniz nasılsa. Ödemiştiniz payınıza düşeni. Randevularınız vardı besbelli. Bir yerlere yetişecektiniz. Bayram günü üstelik. Elinizden ne gelirdi? Ne yapabilirdiniz?

Bahaneler üretmediniz aslında. O bahaneler zaten hep varlardı. Arkalarına sığındınız sadece. O tarafta kaldınız. Bu tarafa geçmediniz. Daha fazlasını görmek istemediniz.

Oysa. Görmelisiniz. Metanetli olmak için tanık olmalısınız önce. Sonra, bir şey yapmalısınız. Bırakın hesaplar yapmayı, dengeler kurmayı. Bırakın büyük hikâyeleri. Açın gözlerinizi. Önce yapın sonra açıklarsınız, İsmet Özel'in dediği gibi.

Biliyorum, daha fazlasını görürseniz, varlığıyla o kadar çok övündüğünüz vicdanınız sizi rahat bırakmayacak, hiçbir şey bir daha eskisi gibi olmayacak. En azından kısa vadede rahatınız kaçacak. Kolay değil.

Ama biliyor musunuz ki eğer böyle devam ederseniz. Yok sayarak, varlığından bile haberdar olmadığınız acılar için acı çekme yükümlülüğünü sırtınızdan tümüyle atarak, yaşayıp gideceksiniz.

Oysa kendi acısında bütün evrenin acısını tecrübe edenler kadar bütün evrenin acısını da kendi acısına çevirebilenlere insan denir ve yalnızca onlara insan denir. (Şu, "yalnızca" kaydında insan tanımı için bakabilirsiniz: Sırrı Süreyya Önder, Radikal, 5 Kasım 2010 yazısı, son cümle).

Ben şimdi size münasebetsizce, idealizmi mi öğütlüyorum? Gaza basıp gitmemeyi, bekleyecek ne varsa onun beklemesine aldırmadan, bu durakta inmeyi?

Olsun. Şefaatçisi kalmamış bir kelimenin müridi olmaya çoktandır razıyım ben. Ne tarihe ne de coğrafyaya inanıyorum çünkü artık.

Sadece insan'a inanıyorum, diyesim geliyor. Ama insana, kimsenin etmediğini eden de yine insan. Öyleyse sadece insaniyetli olmaya inanıyorum.

Siz de öyle yapın.

Acıyıp da geçmeyin.

Kalın.

2 Eylül 2010 Perşembe

Bir toplum, en fakiri kadar zengindir!



Yıllar öncesinden duyduğum o söz düştü önüme. Yapacak daha iyi bir işim yoktu ki, o sözün ardında yürümeye koyuldum.

Oldukça varlıklı olan bir kişi, sadaka vermeyi önemsediğini vurgulamak için, yolda arabasının camına yaklaşan bir dilenciye bir lira verdiğini söylemişti. Ne diyeceğimi bilemeden sus pus bakmıştım yüzüne. O ise halinden memnun gülümsemişti. Takdir bekliyordu belli ki. Yeniden hatırlayınca, hayalimde de bir şey söylemedim, söyleyemedim.

Yürüyordum, caddede. Derken, hayal perdesine hızlıca aktı hayatım. Orta halli bir ailenin çocuğu olarak fakirliği pek tatmadım diye düşünürken, içimden itiraz geldi. Hadi canım sen de diyerek uyardı beni (o sesin söylediklerini önümüzdeki haftaya bırakıyorum!).

Fakirlik deyince açlık gelir akla. Ölesiye açtım, susuzdum. Hem de zihnime sevdiğim yiyeceklerin görüntüleri hücum edecek kadar. Aç bir insanın yiyeceklere baktığı gibi bakıyordum hayalimdeki imgelere. İlk imge dondurmaydı. Pidenin kokusu mis gibiydi. İradi bir açlık ve susuzluktu bu. İyi ki oruç var, dedim içimden. Oruçluyken yaşadığım açlık hissini başka bir zamanda hiç hissetmemiştim. Allah açlıkla imtihan etmesin diye düşünürken, orucu bir kere daha sevdim. Fakirlikten (veya hastalıklardan dolayı yiyemeyip) aç olanların halini başkaca anlama imkânım yoktu. Başkasını hissetmeden, başkasına uzanmanın da imkânı yoktu.

Merhamet, başkasının acısını hissedip dert etmekse, Ramazan bu yüzden de "merhamet ayı" olabilir miydi? Derken, zengin fakir her oruçlunun aynı anda açlığı ve susuzluğu tatmasıyla eşitlenişi düştü aklıma. Bunu daha da sevdim. İftara daha beş saat vardı. Beş saat sonrasında aynı anda aç susuz olmanın yanı sıra, aynı anda tok olmanın eşitliğini de sevdim. Zengin fakir eşittik. Bir ve bütündük. Bir kuru ekmek hepimize aynı tadı veriyordu. Bir bardak su hepimiz için dünyanın en tatlı içeceğiydi. Hayat hepimiz için aynı kıymetteydi. Ramazan galiba büyük eşitliğin sağlandığı büyülü bir zamanın adı, dedim. Kendi kendime. Yalnız sayılmazdım anlayacağınız. Yanımda açlık ve susuzluk vardı. Bir de acziyet ve fakirlik vardı. Yanımda varlığımın mahiyeti ve esası vardı.

Ramazan aynı zamanda "zekât ayı" diye düşünürken, güzel bir insandan sudûr eden o güzel söz hatırıma düştü. İlk duyduğum andaki gibi yeniden uyandım karanlık uykudan. Yürüyordum. Caddede. Cadde tüm zenginliğini yitirdi birden. Caddenin tüm lüks arabaları eskimiş arabalara dönüştü. Işıltılı vitrinleri metruk birer haneye döndü. Şık giyimli insanların üzerindeki elbiseler yırtık pırtık bir hal aldı.

Aklım fikrim bu cümlede, peşine düşmüş yürüyordum. Bu seferde hayalhanemde dünyanın tüm zenginleri fakir oldu. Tüm gökdelenleri gecekonduya dönüştü. Tüm görkemli yapılar pul pul döküldü. Tüm toklar aç oldu. Tüm ışıklar karanlığa gark oldu. Ağaçların yaprakları döküldü. Tüm güzeller çirkin oldu. Tüm gençler yaşlandı.

"Bir toplum, en fakiri kadar zengindir." Duyduğumda mest olmuş, çokça da rahatsız olmuştum. Bu sözden sonra utanmak vacip oldu. Zenginim demek koca bir yalan oldu.

Derken, düşünce düşünceyi çağırdı. Zamanın Sahibinin sözü geldi uzaklardan, kalbime doldu: "Eskiden ekser İslâm aç değildi; tereffühe ihtiyar vardı. Şimdi açtır, telezzüze ihtiyar yoktur." Tüm tatlar acılaştı. Hayalimi süsleyen yiyecek imgeleri belleğin karanlığında gark oldu. Utanmak artık farz oldu.

Not: Başlıktaki güzel söz sevgili dostum Sırrı Süreyya Önder'e ait olup bu yazıda kullanmama izin verdiği için kendisine müteşekkirim.


Diyecektim

Çöle alışkın mizaçları bile telâşa düşüren o cehennem ağzı Ağustos Ramazanı günlerde neredeyse taşlar tutuşacak, sular alev alacakken, "Su Eşiği" diye bir yazı yazacaktım. Ey benim şehrim, diyecektim.

Suyun kıyısında kurulmuş çileli kentim. Ramazan ortasında sigarasını tüttüren tiryakiye başını çevirip bakmamayı başarsa da iftar vakti hâlâ sokaklarını boşaltan, trafiğin gürültüsünü dindirerek bana bir deniz uğultusu armağan eden şehrim.

Şimdi Ramazan ayındayız, açlığı hele susuzluğu daha iyi anladık, diyecektim. Bütün evrene dağıtılmış can'ın kutsal olduğunu, bu yüzden can taşıyan en küçük varlığın bile yaşamaya hakkı olduğunu, bu hakkı gözetmenin de bir insanlık sorumluluğu olduğunu seslenecektim. Sokaktaki sahipsiz hayvanlar susuzluktan kördüğüm. Trabzon kapısının önüne bir tas su koymayı başarırsa, çözülmeye başlayacak bu düğüm. Çünkü bir tas su bir bilinç halidir, şehir o bilinçle niyetini belli edecek. Haydi Trabzon, su eşiğini aş, diyecektim. Ağzı var dili yok bu hayvancıkların, yaşama alanları kalmamış, hayat mücadelesinde peşinen mağlup bu itilmiş kakılmışların içler acısı hali insanlar onları anlamadan çözülmeyecek. Şu katlanılmaz susuzluğa bu ayda bizi gönüllü katan İrade hatırına, bir tas su dilenecektim.

İnsanın insana, insanın hayvana, insanın bir dal parçasına şuurlu zulmünü anlayamayan ben, iyilik karşısındaki komikleşen bağlılığıyla Budala Prens Mişkin'e yöneltilen eleştiriyi üstüme alacaktım sonra: "Ama dostum siz dünyanın cennet olmasını istiyorsunuz". Doğru. Çünkü aslen oralıyım. Yoksa böyle acı çekmezdim.

Ama dünya cennete hiç de benzemeyecekti. Sitem edecektim: Hani alırken çok sevmiştiniz. Cins! Sizin de olsun bir tane! Güzel tüylerini taramış, sevginize alıştırmış, bir baş okşamasına bütün sadakatini ipotek etmiştiniz. Peki ne oldu şimdi? Hevesiniz mi geçti ki en sudan sebeplerle getirip ortaya bıraktınız. Otomobilinize aldınız son kez. Biraz yol gittiniz. Kapıyı açıverdiniz. Kimsesizliğin, tümüyle yabancısı olduğu yabanıl bir hayatın, dilini bilmediği bir savaşın ortasına usulca ittiriverdiniz. Arkanızdan baktı. Dönüp geleceksiniz sandı. Hani oyunlarınızdaki gibi. Gizlendiğiniz yerden çıkacağınızı. Gelmediniz.

Ama biliyor musunuz ki sizin bırakıp da gittiğiniz sağlıklı, parlak tüylü, mutlu hayvancıklar benim gözümün önünde günden güne eriyip gittiler. Şu anki hallerini görseniz tanımazsınız bile. Bu o mu? Tanımanız için yaralarını göstermesi yeter mi? Yaralarına ben bakıyorum şimdi. Benim gözlerim sizinkilerden keskin. Ama ben tek başıma yetemem. O kadar çok şeyle tek başına mücadele etmem gerek ki.

Allah'ın yarattığının kendi doğal döngüsünde değil, insan elinden bu suni bozuluşuna isyan ettiğimi. Bunca acıyla dolu dünyada "Bu kadar acı beni bozar" dediğimde Belkıs uyarmasa. "Bu kadar acı bazen de inşa eder" demese. Düştüğüm hava boşluğundan bu kez kurtulamayacaktım. Şimdi "sevmenin bir iddia olduğunu, isbatı gerektiğini" her zamankinden çok fark etmişken. Demiş ya Edip Cansever: Ne gelir elimizden insan olmaktan başka.

DİYECEKTİM. DİYEMEDİM.

Evinde bembeyaz bir kedi besleyen, siyahlar giymeyi seven bir kadındım ben. Bu yazıyı da böyle bitirmeyecektim. Ama yazan yazmış. Nerden bilebilirdim? Benzer bir "Şirin" hikâyesini dinledikten sonra ben de helâllik dilemiştim ya senden: Aybar, demiştim, sana iyi baktım. Elimden geleni ardıma komadım. Aç bırakmadım, susuz bırakmadım, esirgemedim sevgimi. Gerçi üzerimden onca keder geçerken ateşin yanında sen de alazlanmışsındır mutlaka. Ama bilerek bir kötülük etmedim sana. Kıyamet günü davacı olma benden.

Şimdi. Sırtına iğne oyalı tülbendim, boynuna saç bandım. Kucağına, benim en sevdiğim senin oyuncağın. Minik bir çam fidanının altındasın sen. Yaralı bir gülüşüm ben.

Bunca sevginin bir anda anıya dönüşmesi zoruma gidiyor. Dedikleri gibi, daha ne olsun, en kıymetli şeye mi dönüştün sen? Doksan yaşına gelen bir insanın anılarından başka bir şeyi kalmaz, he mi? Acı diner, gözyaşı da. Özlem bile azalabilir de bir tek anılar mı kalır yerli yerinde?

Peki!

29 Temmuz 2010 Perşembe

Anayasa değişikliğine "Evet"



TBMM Genel Kurulunda, Anayasa değişikliği teklifinin tümü 72 ret oyuna karşı 336 oyla kabul edildi. TBMM Genel Kurulu, 2. tur görüşmelere 2 Mayıs Pazar günü başladı ve gece yarısına kadar sürdü. İlk günkü görüşmeler 10 saat 45 dakika sürdü ve teklifin ilk 6 maddesi kabul edildi.
ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ NE GETİRİYOR?

TBMM Genel Kurulunda, kabul edilen anayasa değişikliği şu düzenlemeleri içeriyor:

Kadın-erkek eşitliği konusunda alınacak tedbirler, Anayasanın eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamayacak. Çocuklar, yaşlılar ve özürlüler ile harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmayacak.

Herkes kendisi ile ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına sahip olacak. Bu hak, kişinin kendisiyle ilgili kişisel veriler hakkında bilgilendirme, bu verilere erişme, bunların düzeltilmesini veya silinmesini talep etme ve amaçları doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığını öğrenmeyi de kapsayacak. Kişisel veriler, ancak kanunda öngörülen hallerde veya kişinin açık rızası ile işlenebilecek.

Yurt dışına çıkma hürriyeti, ancak suç soruşturması veya kovuşturması nedeniyle ve hakim kararıyla sınırlandırabilecek.

Her çocuk, korunma ve bakımdan yararlanma, yüksek yararına açıkça aykırı olmadıkça ana ve babası ile kişisel ve doğrudan ilişki kurma ve sürdürme hakkına sahip olacak. Devlet, her türlü istismara karşı çocukları koruyucu tedbirleri alacak.

Aynı iş kolunda birden fazla sendikaya üye olunabilecek.

Memurlara ve diğer kamu görevlilerine toplu sözleşme yapma hakkı tanınacak. Toplu sözleşme yapılması sırasında uyuşmazlık çıkması halinde, taraflar Kamu Görevlileri Kuruluna başvurabilecek. Kurul kararları, kesin ve toplu sözleşme hükmünde olacak. Toplu sözleşme emeklilere de yansıtılacak.

Greve katılan işçilerin ve sendikanın kasıtlı veya kusurlu hareketleri sonucu grev uygulanan iş yerinde neden oldukları maddi zarardan sendika sorumlu tutulamayacak. Siyasi amaçlı grev ve lokavt, dayanışma grevi ve lokavtı, genel grev ve lokavt, iş yeri işgali, iş yavaşlatma, verim düşürme ve diğer direnişlere ilişkin yasaklar kaldırılacak.

''Kamu Denetçiliği Kurumu'' (ombudsmanlık) oluşturulacak. Kurum, TBMM Başkanlığına bağlı olarak kurulacak ve idarenin işleyişi ile ilgili şikayetleri inceleyecek. Kamu başdenetçisi TBMM tarafından gizli oyla ve 4 yıl için seçilecek.

Milletvekilliğinin düşürülmesi uygulaması kaldırılacak.

TBMM Başkanlık Divanı 2. dönem sonuna kadar görev yapacak.

Bir Nev-i Alaturka



ŞATRANC-I UREFA

Bir tasavvuf oyunu olan Satranc-ı Urefa'nın, yani Ariflerin Satrancı'nın ünlü İslam mutasavvıfı Muhiddin Arabî (1165 – 1240) ya da Mevlid'in yazarı Süleyman Çelebi (1351 – 1422) tarafından icat edildiği varsa­yılmaktadır. Oyunu tasar­layan kişi­nin öğrencilerine insanın yaşadığı, geçirdiği çeşitli haller...i / yaşantıları ve idrak seviyelerini öğretmeyi amaçla­dığı düşünülmektedir.

Şatranc-ı Urefa tek bir zar ve oyuncu sayısı kadar piyonla Kızma Birader oyununa benzer şekilde oynanır. Oyun tahtasında 10 x 10 + 1, toplam 101 kare bulunur. Amaç, gelen zardaki kadar basamağı iler­leyerek 101. basamağa yani “ Visale ” ulaşmaktır. Kimi basa­maklar sizi daha aşağıdaki basamaklara gönderirken, kimileri de ileriye götürür. Oyunun ilk ortaya çıkışında ileriye göndererek ödüllendiren basamaklar arasında kuşlar, geriye götürerek cezalandıran basamaklarda ise yılanlar çizili olduğundan “Yılanlı Dama” diye de anılır olmuş.


Oyuna başlamak için mutlaka 6 atmak gerekir. Böylece Zillet (hor görme, alçalma, aşağılık, alçaklık), Teessüf (acınma, yazıklanma), Rica (yalvarma), Kavga, Adavet (düşmanlık, hınç, kin) gibi hallerden geçilip, pişman olunarak Nedamet basamağına gelinerek oyuna başlamaya hak kazanılır. Bu İslam tasavvufunda Tanrı'ya ulaşmak için evrilmeye başlayan nefsin ilk uyanış derecesi olan nevfs-i levvame'ye karşılık gelmektedir. Yap­tıklarından ve kötü hallerinden pişmanlık duyan (levm eden) insan tasavvuf yoluna girer. 6. basamaktan sonra sırayla Hicran (ayrılık, acı), Gurbet (yabancı yer), Karar basamakları geçilerek ilk 10 basamakta fazla zorlan­madan ilerlenir ve 10. basamak olan Rıza 'ya (hoşnutluk, memnunluk, razı olma, istek) varılır, fakat 11. basa­makta Sohbet-i Sek 'e (biriyle köpek tabiatıyla, yani köpeklerin havlaması, hırlaması gibi kavga ederek görüş­mek) gelindiğinde 2. basamağa, Teesüf ' e geri dönülür. Eğer bu basamağı geçebilirseniz karşınıza Mihnet (sıkıntı, dert), Duzah (cehennem), Zeval (alçalış, sona erme), Zahmet (zor, yorgunluk), Meşakkat (güçlük) gibi dereceler çıkar. 21. basamakta karşılaşılan İstiğna (ihtiyaçsızlık taslama) sizi neredeyse en başa, 3. basa­maktaki Rica 'ya (yalvarma) geri götürür.

Ödüllü basamaklardan ilkiyle 23'te karşılaşırsınız: Cefa (ayrılıkta bı­rakma, eziyet etme). Cefa çeken daha sonra Sefa süreceğinden doğrudan 31. basamağa gönderilir. Benzer bir şekilde 26. basamakta Fırsat 'ı yakalayan kişi Tecrübe kazanmak için doğrudan 56. basamağa yollanır.


Oyun 26. basamaktan sonra zorlaşır: Rakip (başka birisiyle aynı şeye istekli olma) olunursa, ayrılık acısının çekildiği 7. basamaktaki Hicran sizi beklemektedir ya da birilerinin arasına Nifak ( ayrımcılık ) sokuyorsanız, 6. basamaktaki Nedamet (Pişmanlık) sizi buyur (!) eder. 39. basamağa kadar devam eden cezalar kısmını geç­mek çok zordur, fakat bu aşamaları bir geçerseniz işiniz kolaylaşır ve maneviyat basamaklarında ileri doğru hızla yol alırsınız. Bu arada karşılaşabileceğiniz haller olan 43. basamaktaki Kemâl (olgunluk, tamlık, bilgi, fazilet) 5. basamaktaki Adavet' e (düşmanlık, hınç, kin), 91. basamaktaki Gurur (boş, beyhude şeye güvenip aldanma, boş şeylerle övünme) en başa gönderir ve neredeyse bitiriyorken sizi Rıza 'ya yollayan 100. basa­maktaki Kazâ insanı aşağılara çekmek için bekliyordur.


Yukarıdaki basamaklarda sonuca yaklaştıran hâller de vardır. Örneğin 89'daki İzzet (yükseklik, aziz olmak, saygı, ikram, yücelik, kudret) 98'deki Bad-ı Aşk 'a (aşk fırtınası), 90'daki Vahdet (birlik, bir ve tek olma, kendi kendine kalış) 99'daki Halet 'e (takdir, hal olmanın ve bulunmanın türlüsü) kadar gitmenizi sağlar. Bunların ara­sında en ilginci 87'deki Muhabbet ' tir (sevme, sevgi, dostluk, dostça konuşma). Bu basamağın altında “BUYRUN VİSALE” yazmaktadır ve sizi doğrudan oyunun bitiş noktası olan VİSAL 'E ( dosta ermek, sevgide kavuşmak ) taşımaktadır.

DÜNYALILAR (EARTHLİNGS)


Earthlings, Shaun Monson’ın yönetmenliğini, Joaquin Phoenix ve Persia White’in anlatıcılığını, Moby’nin müziklerini yaptığı 2003 yapımı belgesel. İnsan türünün kullandığı hayvan kaynaklı ürünleri elde ederken kullandığı “insanlık dışı” yöntemleri anlatır.
Pet shoplar, köpek sağlacıları ve barınaklar hakkında olduğu kadar çiftlik fabrikaları, deri ve kürk ticareti, spor ve eğlence endüstrileri, tıbbi ve bilimsel uğraşlar hakkında da derin bir araştırma sunan EARTHLINGS, gizli kameralarla ve daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış görüntülerle sadece hayvanlar üzerinden kar eden dünyanın en büyük şirketlerinden bazılarının uygulamalarını gün be gün anlatıyor. Güçlü, bilgilendirici ve düşünceleri gözden geçirmeye iten earthlings ; doğa, hayvanlar ve insanların ekonomik çıkarları arasındaki ilişkiyi ortaya seren şimdiye kadar çekilmiş en kapsamlı belgesel. Bir çok değerli hayvan hakları belgeseli olmasına rağmen, bu belgesel çıtayı biraz daha yükseltmiş. earthlings izlenmek için kıvranıyor. Şiddetle önerilir!

Prof Dr Kemal SAYAR (Her Şeyin Bir Anlamı Var)


Prof Dr Kemal SAYAR'ın 'Her Şeyin Bir Anlamı Var' kitabından alıntıdır ;

"TV,İnsanların içindeki iyicil duyguların izlenme oranları adına talan edilmesi. . ."

"Her şey ben bir alacakaranlık kuşağındagezinirken olmuştu.Biz onlar için dış dünyada koşuşturur, eve ekmek ve tuz getirmek derdine düşerken, çocuklarımızın karakt...eri şekillenir.Biz uyurken onlar büyür.Bizim eve yorgun argın döndüğümüz saatlerde onlar TELEVİZYON tarafından emzirilmiştir.Bizim onlarla konuşmadığımız saatlerde televizyon onlarla konuşmuş, biz onların gözünün içine bakmazken ekran onların ruhuna sinmiştir.Tuhaf zamanlarda yaşıyoruz. . . "


14 Temmuz 2010 Çarşamba

Irmak yolu

Tırnağım camı kesiyor da kalbimi kesmiyor artık benim. Sırtımda yolun bütün yükü, bütün ağrısı. Saçlarım kum karası. Artık hiçbir şeye hayret etmiyorum. Çok derine inmek vurgun getirdi, iyilikten de güzellikten de yoruldum. Hiçbir şeye eyvallahım kalmadı.

Uçak ve müze biletlerimi saklamıyorum. Arkasına tarih atmıyorum hiçbirinin, bir cümle yazmıyorum. Kuru bir yaprak iliştirmiyorum takvimlere. Nerde kaç gün, kaç gece kalmışım? Sağa sola bıraktığım harfleri sökemiyorum. Birleştirip heceye geçemiyorum. Çok sıkıldım artık ben. Kalem değiştiriyorum.

Saltanat arzusuyla yanıp tutuşuyor, babası âb-ı hayat içmiş şehzade. Üstelik kan bedava bu kanunnamede. Oysa kocaman bir bulut geldi, üstümde durdu. Sesim geliyor, kendim görünmüyorum.

Emniyet kemerim takılı değil. Karşıdan karşıya da dikkatli geçmiyorum. Kısa sürmeyecek bilirim, anlık değil bu. Yol hali bu, gidip de dönmüyorum. Ben çok mutsuzum da farkında değilim galiba. Siz kalın, ben gidiyorum.

***
Hal böyleyken çıkıyorum yolculukların en tekinsizine. Denizden ovaya doğru iniyorum. Yolumu kesen ırmakları, daha az hevesli, hâlâ bir deftere kaydediyorum. Bazı cümleleri bilerek isteyerek tekrar ederken, "İki şehri iki zamanı bitmeyen bir kavgayı birleştiren bir köprünün başında" en ummadık zamanda çıkıyor karşıma Karasu. Bir uçurumun başında duruyorum. Derin sular sessiz mi akarmış? Aldanma. Haykıra haykıra geliyor Karasu. Kaynaya kaynaya. Kaynamak derinliğin şuuru. Derinlik kaynamakla başlıyor. Dalgın dalgın Karasu'ya bakıyorum. Oysa uyarmışlardı hani: O kadar dikkatli bakma! Sen de birlikte akarsın. Irmak durur hatta, an gelir sen akarsın. Gözümü alamıyorum.

Tatlıymış suyu bütün ırmaklar gibi. Ama tatlı suyun munisliğine de aldanma. Can vermek kadar can almak da ırmakların alışkanlığı. Mademki tatlı suda yüzmek zor, tatlı su her yerde can alıcıdır. Karasu çok can yakmıştır. İstersen al canımı! Köpüğüne bıraktığım yeşil yaprak, bir kâğıda yazıp da suyuna attığım ismim umurunda bile değil. Her hatıra bir ırmaktan hoşlansa da her ırmak gibi Karasu da sadece kendi türküsüne eğiliyor.

Köprüyü geçince bambaşka bir ırmakla karşılaşıyorum. Başlarken cılız bir su. Gümrah bir ırmağa dönüşüp genişlemesi zaman almıyor: Dersim Çayı. Irmakların en hızlı aktıkları yerin aynı zamanda bir pusu yeri de olduğunu tarihçiler söylemiyor mu? Dersim Çayı dert akıyor. Dayanamayıp ters akıyor. Cennetten çıkmanın bedeli bir çölden geçmek. Her ikimiz de ruhunda, bedeninde yanık izleriyle geliyor birbirine. Hiçbirimiz yekdiğerinden daha masum değil, herkes payına düşeni çoktan ödemiş olmuyor.

Bu ırmak yolunda. Tapacağı putları peşinen yontanların peşinde. Yavaş yavaş dibe vurarak. Kaç gözyaşı var omzuma attığım şalda? İçime sığdırmaya çalışıyorum, başaramıyorum.

Yo, o kadar kolay değil. Ben ne görüyorsam ırmak da onu görüyor. Ve gösteriyor göstereceğini. Sonunda çemberin uçları kavuşsa da hiçbir yolculuk başladığı gibi bitmiyor. Irmak bu, tutup omuzlarımdan silkeliyor. Bunca inziva, tevazudan değil kibirden olmasın? Çok yüzüm var benim, burada hepsi eşleşiyor. İçimde bulutlardan başka resim kalmıyor.

Ey ne göreceğimi bilerek hayal ettiğim nehir. Çölün ortasında bir nehir. Bir şey var ki büyük bir ırmakla bir kez olsun yüz yüze gelen, rengine bakıp sesini işitebilen, onun akışında, suyunda, dalgasında, kaynamasında, köpüğünde, uğultusunda, derinliğinde, her şeyinde, "kadim" olanın farkına varıyor. Gidebileceği kadar eskiye giderek her şeyle ortak olan o ilk kaynağa ulaşıyor.

Galiba tevatür değil, sahih; gaibden bu dünyaya akan ırmaklar var. Bu ırmakların birer eşi de göklerde akıyor. Bu dünya ile o dünya, be'nin noktası bir ırmak kapısından geçerek bir'leşiyor.

Bizi varlığın ana kaynağına götürdüğü için, gölleri değil nehirleri sevdiğimi fark ediyorum bu yüzden.

Ümit sonsuz. Büyük ırmağın kıyısında. Bu duyguyla. Gittim de geri geliyorum.

*İki hafta yokum. Yeni ırmaklar tanımak için, Zayende ırmağını.

Nazan Bekiroğlu

Rol Kesbetmek



Düşünceler ağaçtaki yapraklar gibi..
Olgunlaşıp olgunlaşıp düşüyor…

Kimi çiçek kimi meyve..
..Kitaptaki sayfalar!..
gibi..

İster öyle yak, ister böyle..
İster öyle yak, ister böyle!..
..Düşünceler ağaçtaki yapraklar gibi!..

"İster de bırak orman olsun…"
...Öyle yak..
İster de bırak orman olsun, öyle yak...
İster de bırak orman olsun, öyle yak...

. . . alıntı . . .

Nazan Bekiroğlu - Mavi Lale Yitik Lale kitabından küçük notlar. . .




. . .Aylardır rastlamadığınız güzellikte bir şarkı çıkıyorsa bahtımıza, sıradaki değil, üçüncü sıradaki !. . .

. . .Güneşin anlattıkları herkese iken, yağmurun anlattıkları herkese göre değildir, öğrenirsiniz . . .

. . .Aceles olan çayın ne çok, porselen fincanda soğuduğunu.Yıllar sonra anlarsınız. . .

. . .Rüzgarın çanı ses verir de inceden, yazlık gelenler çekilir. Kumsal ona her mevsim sahip çıkanlara kalmıştır.Denize anlattığından fazlasını kimseye anlatmamış olanlar kıyıya inerler yeniden.Naftalin kokan kazakları sırtlarındadır.Kentin bütün meczupları oradadır ve birbirlerini görmezler. Aynı bulutlara bakıp birbirimizi anlıyorsak, ya da anlamıyorsak, hala anlamıyorsak, yaz bitmiş güze girmişizdir . . .

. . . Açıklarda fırtına vardır anlarız.Niçin gitmek zorunda olduğumuzu sorarken kendimize, yaz bitmiştir, yağmurlardayız. . .

. . . Açar bakarsınız defterinizin sol üst köşesi kendinden tarihli sayfalarını. Bir bahar yazısı çoktandır yazmaya başlamışsınız.Yazınızı siz bile tanımazsınız. . .

. . .Ay'ın halleri.Büyüyen bir hilal.Sen sadece izin vereceksin, eşlikçiliğin bu.Sonra sen ve kurgusal sen bir süre örtüşeceksiniz.Dolunay.Sonra örtüşmeyen kısmın örtüşen kısımdan fazla olduğu bir gün mutlaka gelecek.Eksiği sol tarafında, küçülen bir hilal.
. . .

Candan Erçetin - Meğer



Ben ne çok hata yapmiiim meier
Gözüm kapali bakmiiim meier
Yillar geçmii ben saymiiim meier
Dostum sanip aldanmiiim meier

Yillarca sürer sanmiiim meier
Boia kalbimi açmiiim meier
Vakit kaybiydi diyemem ama
Sen hiç dostum olmamiisin meier

Olsun varsin piiman deiilim
Biraz üzüldüm hepsi bu

Ailamam artik gidenlere
Ailamam artik bitenlere
Ailamam artik üzenlere
ihanet edenlere

Ben ne çok hata yapmiiim meier
Seni yokken var saymiiim meier
Yollar gitmii ben kalmiiim meier
Aikim deyip hapsolmuium meier

Bir ömür sürer sanmiiim meier
Ben boia kürek çekmiiim meier
Vakit kaybiydi diyemem ama
Senden çoktan vazgeçmiiim meier

Nerde benim benden çok yorulmuş ve yıpranmış şu bavulum ve içine bir türlü sığdıramadıklarım?



' Tanıdık yüz görme ihtimalinin hiçlerde olduğu, akla hayale gelmeyecek olanlardan değilmiş üstelik bu seferki ve benimde ister istemez dahil olacağım, birilerine ve kimilerine de aşina bir şehir.Daha sonraları ise iki elin parmaklarını aşmayacak olan samimiyet işgüzarlığı.Arada gelmeler gitmeler.Hiç oralı bile olmamaya bütün gayretimle çalışsam da ne tam oralı ne de tam buralı.Alıştık sonunda derken göçmeler vesselam. Parça parça tanışlarım, tanıdığımı sandıklarım, yapamadıklarım, yaptığımı sandıklarım da. Yani anladığım anlayacağım; yab-bozun parçaları gibi bütün hepsi ve her biri bir yerde.Sevdiklerimizden ayrı gayrı yaşamaya mecburiyetimiz.Ah bu gurbet vakitleri. Geri dönüş bezendi güne, nerde benim benden çok yorulmuş ve yıpranmış şu bavulum ve içine bir türlü sığdıramadıklarım. '

Duydum ki Bizi Bırakmaya Azmediyorsun Etme



Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun etme
Başka bir yar başka bir dosta meylediyorsun etme

Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı
Hangi hasta gönüllüyü kasdediyorsun etme

Çalma bizi bizden bizi gitme o ellere doğru
Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun etme

Ey ay felek harab olmuş alt üst olmuş senin için
Bizi öyle harab öyle alt üst ediyorsun etme

Ey makamı var ve yokun üzerinde olan kişi
Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun etme

Sen yüz çevirecek olsan ay kapkara olur gamdan
Ayın da evini yıkmayı kastediyorsun etme

Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan
Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun etme

Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer
Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun etme

Ey cennetin cehennemin elinde olduğu kişi
Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun etme

Şekerliğinin içinde zehir zarar vermez bize
O zehiri o şekerle sen bir ediyorsun etme

Bizi sevindiriyorsun huzurumuz kaçar öyle
Huzurumu bozuyorsun sen mavediyorsun etme

Harama bulaşan gözüm güzelliğinin hırsızı
Ey hırsızlığa da değen hırsızlık ediyorsun etme

İsyan et ey arkadaşım söz söyleyecek an değil
aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun etme

Mevlana Celaleddin Rumi

Alaturka (Söz:Sezen Aksu , Beste: Fahir Atakoğlu)



Gece inerken söner perde perde grubun rengi

Derken başlar semada saltanat

Ben ağlarım gülerken



Mehtap uyanmış, seyr-ü sefada yıldızlar

Siyaha yanmış, bende fasıl fasıl dert

Ah o ne zalim bir yarmış



Çalsın sazlar çalsın bu gece alâturka başlasın

Vur usta tamburun tellerine hanendeler çağlasın

Çalsın sazlar çalsın bu gece alâturka başlasın

Vur usta tamburun tellerine hanendeler çağlasın



Penceremden geçer sandallarla sevdalılar hercai

Çınlar gökkubbede aşkın şahane saz semai



Mehtap uyanmış, seyr-ü sefada yıldızlar

Siyaha yanmış, bende fasıl fasıl dert

Ah o ne zalim bir yarmış



Çalsın sazlar çalsın bu gece alâturka başlasın

Vur usta tamburun tellerine hanendeler çağlasın

Çalsın sazlar çalsın bu gece alâturka başlasın

Vur usta tamburun tellerine hanendeler çağlasın


Kader böyleymiş

Tek Hece - Cemal Safi



Var mı beni içinizde tanıyan
Yaşanmadan çözülmeyen sır benim
Kalmasa da şöhretimi duymayan
Kimliğimi tarif etmek zor benim

Bülbül benim lisanımla ötüştü
Bir gül için canevinden tutuştu
Yüreğime Toroslardan çığ düştü
Yangınımı söndürmedi kar benim

Niceler sultandı kraldı şahtı
Benimle değişti talihi bahtı
Yerle bir eyledim taç ile tahtı
Akıl almaz hünerlerim var benim

Kamil iken cahil ettim alimi
Vahşi iken yahşi ettim zalimi
Yavuz iken zebun ettim Selim’i
Her oyunu bozan gizli zor benim

Yeryüzünde ben ürettim veremi
Lokman Hekim bulamadı çaremi
Aslı için kül eyledim Kerem’i
İbrahim’in atıldığı kor benim

Sebep bazı Leyla bazı Şirin’di
Hatrım için yüce dağlar delindi
Bilek gücüm Ferhat ile bilindi
Kuvvet benim kudret benim fer benim

İlahimle Mevlana’yı döndürdüm
Yunusumla öfkeleri dindirdim
Günahımla çok ocaklar söndürdüm
Mevladanım hayır benim şer benim

Benim için yaratıldı Muhammet
Benim için yağdırıldı o rahmet
Evliyanın sözündeki muhabbet
Enbiyanın yüzündeki nur benim

Kimsesizim hısmım da yok hasmım da
Görünmezim cismim de yok resmim de
Dil üzmezim tek hece var ismimde
Barınağım gönül denen yer benim

BENİM ADIM AŞK

Sis (SELÇUK YÖNTEM) - Haydar ERGÜLEN



İki şehri var gecenin, biri gözümde
tütüyor, birinin dumanı üstünde yağmur
gibi çöken siste, bana bu uykusuz
şehri niye bıraktın, göze alamadığım
bir şehrin yerine bütün şehirlerdesin,
gece değil istediğin hayli karanlık
bakışlı bir şehrin gözleriyle çarpışmak
hevesindesin! Gözlerini anlıyorum henüz
bağışlayabileceği gözleriyle çarpışmadı kimsenin;
gözlerimizi uzaklıklar değil ki yalnız
göze alamadığımız yakınlıklar da acıtır,
ve gözleri ancak gözler bağışlayabilir,
öyle acıyor ki gözlerim kim bağışlayacak,
sis değil, uykusuzluk değil, iki uzak
şehir gibi ayrılıktan kavuşmuyor gözlerim:
Biri hepimizle gözgöze gibi hala uykusuz,
biri sis içinde kirpiklerine kadar açık,
bu sessizliği kim bıraktıysa, göremiyorum
konuşkan gözlerinde tek sözcük bile,
gözlerimiz birbirine değmiyor gecenin iki şehrinde

Kimsenin kimseye gözü değmiyorsa şiir niye?

Şaşırdım Kaldım İşte - Yavuz Bülent Bakiler



Sözde, senden kaçıyorum doludizgin atlarla
Bazan sessiz sedasız ipekten kanatlarla
Ama sen hep bin yıllık bilenmiş inatlarla
Karşıma çıkıyorsun en serin imbatlarla
Adını yazıyorsun bulduğun fırsatlarla
Yüreğimin başına noktalarla, hatlarla
Başbaşa kalıyorum sonunda heyhatlarla
Sözde, senden kaçıyorum doludizgin atlarla.

Ne olur bir gün beni kapında olsun dinle
Öldür bendeki beni sonra dirilt kendinle
Çarpsan karasevdayı en azından yüzbinle
Nasıl bağlandığımı anlarsın kemendinle
Kaç defa çıkıp gittim buralardan yeminle
Ama her defasında geri döndüm seninle
Hangi düğüm çözülür, nazla, sitemle, kinle
Ne olur bir gün beni, kapında olsun dinle.

Şaşırdım kaldım işte, bilmem ki n'emsin?
Bazan kızkardeşimsin, bazan öpöz annemsin
Sultanımsın susunca, konuşunca kölemsin
Eksilmeyen çilemsin
Orada ufuk çizgim, burda yanım yöremsin
Beni ruh gibi saran sonsuzluk dairemsin
Çaresizim çaremsin.
Şaşırdım kaldım işte bilmem ki n'emsin?

'Göründüğü gibi değil hayat' - Mercan Dede'den



"Göründüğü gibi değil hayat, yani gördüğümüz çok farklı, çünkü şu anda mesela biz konuşurken beynimiz yaklaşık olarak bir saniyede 2 milyar byte bilgi alıyor,her insanın beyni.Ve bunun ancak 2500'ünü yorumluyoruz.Ve biz onu biliyoruz diyoruz.

Yani gördüm bak şurada ağaç burdada bulut var diyoruz.Halbuki o gördüğün inanılmaz genişlikteki bir bilgi hazinesinin içerisinde çok çok küçük,toplu iğne başı kadar bir yer.O yüzden öğrenilmiş ve edinilmiş olan bilgileri ve hayata bakışı bir kenara bırakıp,aklı bir kenara itip,tamamen kalbinle hayata bakmaya başladığında bazı şeyler açılmaya başlıyor..."

Gece dersi; kader, Macbeth, Oidipus -Nazan Bekiroğlu (29 Kasım 2009, Pazar)


Aralık kalmış pencereden, iri yağmur damlaları kuru çınar yaprakları üzerine inerken çıkan ses geliyor.
Onlar duymuyor gerçi ama ben işitiyorum. Aralarından yer yer tatlı bir kaynaşma geçse de pürdikkat beni dinliyorlar biliyorum. Benim aklım iki karış daha fazla havada. Ama farkındayım burada çok ciddi bir iş yapıyoruz. Ben anlatıyorum onlar dinliyorlar. Ben öğretiyorum onlar öğreniyorlar. Yo, hayır! Öyle değil aslında. Ne anlatsam, anlamaya çalışıyorum. Ne öğretsem, öğrenmek çabasına bürünüp ben diye görünüyorum. Her romanın başkahramanında, her tragedyanın faciasında ben varım. Yalandır kapalı olduğum; kalbim açık, dersim açık, yazım açık. Ama kim bir hikâye kahramanına dönüştürüldüğünde kendisini zahmetsiz tanıyabilir? Belki bu yüzden pürdikkat dinleniyorum.

İkinci öğretim. Batı Edebiyatı. Gece dersi. Sonbahar akşamı çoktan inmiş bile. Altından kalkılamayacak bir konuya yalınkılıç dalıyorum. Kral Oidipus'un yanına Macbeth'i iliştirerek kaderden dem vuruyorum. Diyorum ki: Sophokles'in Kral Oidipus'u Shakespeare'in Macbeth'i ile mukayese edilebilir ve bu mukayese bize kader algısına dair bir şeyler fısıldayabilir. Kader ve bunun ayrılmaz parçası olan kötülük sorunsalına dair çok ciddi göndermeleri vardır bu oyunların ve aralarındaki yirmi asır farka rağmen kaderin madalyonunda iki ayrı yüze dokunarak aynı şeyi söylerler.

Her ikisinde de kendi kaderini "güvenilir" kaynaklardan öğrenen kahramanların kader karşısındaki tavrı söz konusudur. Bunlardan Oidipus, kâhinin öngördüğü felâketi (babasını öldürüp kraliçe ile evlenecektir) öğrendiği andan itibaren kaderinden son hızla kaçmaya başlar. Oysa attığı her adım onu kaderinden uzaklaştırmak yerine ona daha fazla yaklaştırır. Çünkü kaçtığı anne ve babası gerçek anne ve babası değildir ve o, nereye gittiğini bilmeden gerçek annesiyle babasının yaşadığı saraya çoktan yönelmiştir bile. Böylece Oidipus bir çember üzerinde koşarcasına, kaçtığı kaderine koşmuş, onun önüne geçmek şöyle dursun tam da önüne düşmüştür. Fakat o, gerçekleşeceğini bilse bile kaçmıştır kaderinden. Çünkü böylesi bir kaderin gerçekleşmesine göz yumamayacak denli erdemlidir.

Macbeth'e gelince. İskoçya'nın bu gözde komutanı cadılardan üç kehanet dinler. Son kehanete göre, kral olacaktır. Kehanetlerin ilk ikisi kısa zamanda gerçekleşince Macbeth, son kehanetin de kaderi olduğunu anlar ve oturup beklemek yerine evinde konuk ettiği erdemli kralı öldürerek onun yerine geçer. Kader gerçekleşir ama başlangıçta, insani yanı ağır basan bir tip olan Macbeth, oyunun sonunda artık mücessem kötülüğe dönüşmüş bir adamdır. O kadar kana batmıştır ki kendi ifadesi ile, geri dönmek için harcayacağı zaman ileri geçmek için harcayacağı zamandan çoktur. Ellerindeki lekeyi ise okyanusların suları bile temizleyemez artık.

Macbeth ve Oidipus. İkisi de kaderin gerçekleşmesini beklemez, harekete geçerler. Ama kaderinden biri kaçarken öbürü koşar ona. Biri razı gelirken diğeri baş kaldırır. Kamu vicdanının, haklarında verdiği hükümler de çok farklıdır bu yüzden. Oidipus'u iyi, Macbeth'i kötü kılan, kader yolu üzerindeki yürüyüşlerdir sadece. İyi ve masum kalır nezdimizde Oidipus da, ihtiraslarına mağlup Macbeth kötü ve suçludur. Buna niyet ve gayret demek mümkün. Çünkü gayret, kader kılıfı içinde insanın mahiyetidir. Mahiyet arazdan, mazruf zarftan önemlidir. Bu öyle bir yerdir ki orada artık hiç kimse kaderinin mahkûmu değildir...

Örnekler veriyorum birbiri ardına. Üstelik kapağı çoktan kayıp bir kalemle ders notlarımın üzerine yeni notlar bile alıyorum. İçimde neredeyse ilk kez dinlenildiğinde insanı gözyaşına boğan ezgilerin ferahı var. Son cümleleri sıralıyorum biraz da gaflete merhamet eden yağmurun sesine uyarak: Kaderim böyleymiş, diyerek kadere yürümek her zaman masum kılmaz bizi. Çoğu kez direnmek de gerekir. Masumiyet bazen kadere karşı koymakla elde edilir bir şeydir.

Ders bitiyor. Ama. İçlerinden biri. Hocam, diyor, o da kader. Susuyoruz. Söndürüyoruz ışıkları. Derslikten çıkıyoruz.

Katsayı mağduru gençlere…(Ahmet Turan Alkan)



Ey Türk gençliği; [şimdi sana böyle hitab etmemden yola çıkarak kendini, bu ülkenin bir tarağın dişleri gibi eşit, muteber, cici, sevimli gençlerinden birisiymiş gibi zannedip hemen iyimserliğe kapılma; bu hitâbeyi sonuna kadar oku!]

Evet gençler, birinci vazifeniz Türk istiklalini, Cumhuriyet’i ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir [ama hemen durumdan vazife çıkarmayacaksınız; bir tarafta asıl, asîl ve bemmbeyaz Türk gençleri memleketi muhafaza ve müdafaa ederken sizler, siz meslek liselerinde okuyan çocuklar kahveleri doldurmaya, evinizde koca beklemeye, üçüncü sınıf işlerle haftada 20-30 lira harçlıkla çalışmaya devam edebilirsiniz; unutmayınız ki sizler askerde çavuş bile olabilmektesiniz ve kendi aranızda eşitsiniz; e, bu kadar eşitlik size çok bile; bkz. Danıştay'ımızın son kararı!]

Bu temel senin en kıymetli hazinendir [kıymetini bil yani!]. İstikbâlde dahi seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek [yani sınıf atlatmaya, daha iyi eğitim görmeye, daha nitelikli işlerde çalışmaya, kendini 1. sınıf vatandaş gibi hissettirmeye kalkışacak] dahili ve harici bedhahların olacaktır [ki bunlara kesinlikle inanma ve aldanma; onlar seni nâhak yere gaza getirip mutsuz eden karşı devrimcilerdir]. Bir gün İstiklâl ve Cumhuriyet’i müdafaa mecburiyetine düşersen [ki işte o günler geldi çattı çocuklar!] vazifeye atılmak için içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin [düşünmek zararlıdır çocuk; senin yerine biz zaten düşünürüz nasıl olsa!] Evet, bu imkân ve şerâit [Hüsst, "şeriat"la karıştırmayasınız ha!] çok nâmüsait bir mâhiyette tezâhür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyet’e kasdedecek düşmanlar [yani bu bilumum demokratlar, liberaller, muasır medeniyet seviyesi ile özdeşleşmek isteyen fâsıklar] bütün dünyada emsâli görülmemiş bir galibiyetin [yani tek başına seçim kazanmanın, seçim kazandık diye devlet kurumlarını yönetebileceğini zannedenlerin] mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile [yani tamamen demokratik usullerle, gizli ve genel oy, açık tasnif ve mahkeme denetiminde yürütülen seçimlerle] aziz vatanın bütün kaleleri [kurumları] zaptedilmiş, bütün tersanelere girilmiş [bkz. Tuzla tersanelerindeki özel teşebbüs erbâbı], bütün orduları dağıtılmış [yani mübârek bürokrasi, üniversiteler, bir kısım medya, yargı, hatta bir kısım muazzez barolarımız!] ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elim ve vahim olmak üzere memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet, hatta hıyânet içinde bulunabilirler [bkz. Hayret; aynen bugünkü vaziyet!] Hatta bu iktidar sahipleri [ki mâlum, anladınız siz onu!] şahsi menfaatlerini, müstevlîlerin siyasi emelleriyle [bkz. BOP, ılımlı İslâm projeleri, yeşil kuşak, Nato, Cento, Sento, Balkan ve Bağdat Paktı, Nabucco boru hattı, Kyoto protokolü vs...] tevhid edebilirler [etmişlerdir netekim!] Millet fakr ü zaruret içinde harab ve bîtab düşmüş olabilir [aynen bugünkü durum, tıpkısının aynısı].

Ey Türk istikbâlinin evlâdı! İşte bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen [Katsayı mağduriyeti vesaire gibi teferruata aldırmadan, çiftini çubuğunu, işporta tezgâhını, çıraklık ettiğin atölyelerdeki takım tezgâhı, trafik lambalarında mendil, keten helva, telefon şarj cihazı satış noktalarını, tüpgaz, su bidonu, lahmacun dağıtmaya yarayan kurye motosikletlerini, meslek liselerinin tahta masalarını ve kaderini güzel güzel benimsemek] kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda [Bu da geçer yahu.., Sabreden derviş..., Anan turp baban şalgam.., Köylüsün sen köylü kal, Halk plajlara hücum etti vatandaş denize giremiyor gibi fatalist ve % 100 yerli özdeyişlerde]

Anladın Mı? / Neyzen Tevfik



Hicran destanını kendinden oku,
Mecnun'dan duyup da rivayet etme.
Aşkın Leyla'sını gördünse söyle.
Söz temsili bulup hikayet etme.

Yüz bin Leyla doğar alemde her gün,
Senin aradığın zevk, sefa düğün.
Tutacağın işi önceden düşün;
Daha ilk adımda nedamet etme.

Sevdanın oduna pek güvenilmez,
Tutuşurşan eğer kolay sönülmez.
Bu yolun hükmüdür geri dönülmez,
Canına kıymazsan seyahat etme.

İyi bak kabına, olmasın delik,
Boşuna taşırsın ,gider gündelik.
Anında olmalı, ettiğin iyilik,
Alem duysun diye, inayet etme.

Kabe'den maksadın varmaktır yara,
Kör gibi tapınma, kara duvara,
Hızır'ı ararsan kendinde ara,
Bulamadım gibi rezalet etme.

Muhabbet herkesin aklını çelmez,
Gönül viranesi kolay düzelmez.
Alemden çekinme bir zarar gelmez,
Sen kendi kendine hıyanet etme.

Şen şatır gönlüne hicran dolmasın,
Gençliğin gülşeni gamla solmasın.
Neyzen gibi aklın yarda olmasın,
Özründen çok büyük kabahat etme.

Tatlı Mutsuzluk - Anti Kapitalizm - sweet misery – a poisoned world / the history of aspartame



formunuza dikkat ediyorsunuz (!), ya da diabetsiniz ( şeker hastası )… kapitalizm sizleri de unutmadı. satış grafikleri yükselmeli, daha da yükselmeli; sizin gibi bir pasta payı nasıl atlanır (?!)

” ürünümüz suni tatlandırıcı içerdiğinden, 1 kaloriden az “

peki, günlük hayatta sıkça duymaya başladığımız bu suni tatlandırıcıların sağlığımız üzerindeki etkisi nedir, 1 kilokaloriden aza indirgenmiş şekerin bedelini sağlığımızla nasıl ödüyoruz?

suni tatlandırıcıların büyük kısmının etken maddesi ASPARTAM denen maddedir.aspartam, kimyasal formülü aspartil-fenilalanin-1-metil ester olan bir tatlandırıcıdır. Kimyasal olarak aspartat ve fenil alanin aminoasitlerinden oluşmuş bir dipeptidin metil esteridir.

Besin değeri olmayan, enerji içermeyen tatlandıcılardır. (Sakkarin, aspartam, asesulfam potasyum (asesulfam-K), siklamat, alitam, sukraloz) Avrupa, yılda 2 bin ton aspartik asit ve fenilalanin aminoasitlerinden oluşan bir tatlandırıcıyı yani aspartamı tüketiyor. Çay şekerine göre 200 kat daha tatlı bir madde. Tüm dünyada yılda 9 bin ton üretiliyor. 2004′te 146 milyon ton olan dünya şeker tüketiminin bir kısmını karşılayan tatlandırıcılar aslında gıda sektöründe önemli bir açığı kapatıyor. Tatlandırıcıların ana maddesini oluşturan aspartamın zehir olduğu iddiası da dilden dile dolaşıyor.

E950 Acesulfame potassium (Acesulfame K) yüksek yoğunluklu, kalorisiz tatlandırıcı; fırınlanmış yiyecekler, dondurulmuş tatlılar, şekerlemeler, mandıra ürünleri, pastalar, farmasotik olarak ağız hijyeni ve son zamanlarda içeceklerde kullanılmaktadır. Gıdalarda geniş bir kullanım için onaylanmamıştır. “The Center for Science in the Public Interest (CSPI)” yapay tatlandırıcılar aspartam, sakarin ve asesülfam potasyumu “en kötü 10 katkı” listesine dahil etmiştir.

Aspartamın içinde bir metil ester ve iki aminoasit (fenilalanin ve aspartik asit) bulunuyor. Tatlandırıcı üreten şirketler, bu maddelerin gıda ve içeceklerde doğal olarak bulunduğunu belirtirken, bunların aspartam halinde tüketilmesinin insan sağlığına zararlı olduğunu gizliyor. yiyeceklerde bulunan fenilalanin ve aspartik asit, başka aminoasitlere bağlı halde oldukları için sağlığa zarar vermiyor.

Aspartamdaki fenilalanin ve aspartik asitse, midedeki enzimler tarafından ayrıştırılıyor. Serbest kalan fenilalanin, metabolizma tarafından “diketopiperazine” adı verilen bir kanserojen maddeye dönüştürülüyor.
Aspartik asit de, “excitotoxin” adlı toksik maddeye dönüşüyor. Bu madde, sinir hücrelerinin zarar görmesine veya ölmesine yol açıyor. Aspartamın içindeki üçüncü madde olan metil ester ise en zararlısı. Vücut, metil esteri, iyi bilinen bir zehir olan metanole dönüştürüyor.

peki, toksik etkisi sebebiyle zehir sınıfına sokulabilecek aspartan ve aspartanlı ürünler günlük hayatımızda nasıl bu kadar büyük bir yaygınlık kazandı? dilerseniz Ronald Rumsfeld’ e bir sorun! ya da bu belgeseli izlemek de iyi bir çözüm olabilir…

Sezai Karakoç'un Tüm Çağlara Seslenişi



"İslâm ülkelerinin başında bulunanlara çağrı
Size sesleniyorum.
İslâm ülkelerinin başında bulunan cumhurbaşkanları, başkanlar, kırallar, size sesleniyorum.

Türkiye'nin, Mısır'ın, İran'ın, Suriye'nin, Ürdün'ün, Pakistan'ın, Tunus'un, Cezayir'in, Fas'ın ve diğer İslâm ülkelerinin başında bulunanlar size sesleniyorum.

Bulunduğunuz yere nasıl geçmiş olursanız olun, ister kaderin sevkiyle veya cilvesiyle, ister babadan, dededen size geçen veraset hakkıyla, ister alnınızın teriyle, ister hak ve hukukla, ister kuvvet zoruyla halkınızın yönetimini ele geçirmiş bulunun, size sesleniyorum ve diyorum ki, tarihin en kritik göreviyle, en ağır sorumluluğu ve ödeviyle karşı karşıyasınız. Bu görevi çoktan yerine getirmeniz lâzımdı şimdiye kadar. Şimdi, hülûl etmiş vâdenin son deminin son demidir.

Bu görev nedir?

Bu görev, derhal bir araya gelip bir savunma anlaşması yapmanız ve bunu harfi harfine uygulamanızdır. Yani herhangi bir İslâm ülkesine saldırı olursa, ona hep birden karşı koyma hususunda anlaşmak durumuyla karşı karşıyasınız.

Neden böyle bir anlaşmaya ihtiyaç vardır? Batı ülkeleri, Körfez'in petrol bölgesini işgale başlamıştır da ondan. O işgal bitince hep birden Irak'a saldıracaklardır. Bunun için de, bahane hazırdır. Bu bahaneyi, Irak, Kuveyt'i işgal etmekle bizzat kendisi vermiştir. Irak'ın işi bittikten sonra, teker teker, birer bahaneyle sizin ülkeleriniz aynı Batılı ülkelerin hava, deniz ve kara kuvvetlerinin saldırısına uğrayacaktır. Tıpkı Moğolların İslâm ülkelerini zaptetmeleri gibi. O zaman, ülkenin biri alındığında, komşusu seyirci kalıyordu. Ama hemen ardından sıra kendisine geliyordu. Tıpkı Endülüs'teki parçalanmadan sonra olduğu gibi. Bir beylik, İspanyolların vahşi saldırısına uğradığında öbürleri hareketsiz ve cansız, kurbanlık koyun gibi sıranın kendisine gelmesini bekliyordu.

Ülkelerinizi aynı duruma düşürmeyiniz, tarihten ibret alınız, ey başkanlar, cumhurbaşkanları, kırallar!"

…………

"Bulunduğunuz mevkilerde ebedî kalacağınızı mı sanıyorsunuz?

Dost acı söyler. Biliniz ki, tarihin bu en korkunç anında gerekeni yerine getirmezseniz, fırtınaların en şiddetlisiyle bulunduğunuz zirvelerden yokluğun uçurumuna savrulup gideceksiniz.

Kulağınızı, bastığınız toprağa yapıştırınız. Yerin altındaki ölüler, sizden bu masum milleti ve yurdu korumanız için milyonlarca ağızdan sesleniyorlar.

Dağlardan, tepelerden, gönüllerden yükselen sesi işitiniz. Gece ve gündüz demeyiniz, geceyarısı da olsa toplanıp anlaşınız.

Camilerden, kubbelerden, yazma eserlerin sayfalarından, tüm yurt ve tarih çizgilerinden yükselen sesi işitmek için bir kerecik olsun kendinizi aşınız.

Gençliğinizde gelip sizi yoklayan idealleri düşününüz. Etrafınızda uçuşan, nice genci yakıp kavuran idealleri hatırlayınız.

Birinci Dünya Savaşı'nda, dinleri, milletleri, yurtları, dinimiz, milletimiz, yurdumuz (ki bunlar birbirine perçinlenmiş kutlu değerlerimizdir, birbirlerinden ayrılmazlar) uğruna canlarını veren, kanlarını kara toprağın içtiği, çöllerde ve gurbetlerde kalmış şehitleri hatırlayınız. Dökülen kanları ve gözyaşlarını hatırlayınız. Annelerin döktüğü gözyaşlarını hatırlayınız.

Birliğin bozulmasının üzerinden yüzyıla yakın bir zaman geçti. Ülkelerimizin kârı ne oldu? Bir parça geriye dönüp baksanız, bir savunma birliği kurmayı bir hayat memat meselesi olarak görürsünüz.

Gözünüze Batılıların çektiği perdeyi yırtıp atmak için bir kerecik olsun kendinizi aşınız ey başkanlar, cumhurbaşkanları, kırallar!

Şeyhlerin, emirlerin artık gözüken akıbetinden ibret alınız. Çağ, sizi hesaba çekmeden siz çağın hesabını yapınız.

Size, bir milyar Müslümanın gönlüne tercüman olduğuma yürekten inanarak sesleniyorum. Vaktin kalmadığını, mukadder anın yaklaştığını haber veriyorum."

………………..

"Kimileri sizin şimdiye kadar ki tutumunuzla bu çağrıya lâyık olmadığınızı söyleyeceklerdir. Öyle de olsa, şimdi iktidarda olduğunuzdan sizi uyarmak bir görevdir. Siz bu görevi yapmazsanız, elbet, büyük devrim olacak ve görev yapacaklar gelecektir.

Sizi uyarıyorum, şahıslarınızla ve şahıslarınız dışında tüm İslâm dünyasını, büyük İslâm milletini uyarıyorum.

Büyük uyanış ve diriliş sûrunu üflüyorum.

Bu kulakları patlatacak sesi işitmeyeceklere ne yazık!

Son anda da olsa uyanıp dirilecek olanlara muştular olsun."

Liderler duymazsa, devletler duymazsa bizler bu çağrıya kulak verelim. Türkler, Araplar, Acemler, Kürtler! Tarihe dönün, Kudüs'e dönün, kardeş olun, kenetlenin!..

İpek Tuzcuoğlu ile röportaj!

İpek Tuzcuoğlu : ' Ben tasavvuf yolunu aşkla deneyimliyorum! ' (Röportaj _ 2010)
. . .

İçinde bulunduğunuz camiaya çok fazla bulaşmadan mı yaşıyorsunuz?

: Bu dünyanın içine girdiğiniz zaman kaosun, hırsın içinde boğuluyorsunuz, mutsuz oluyorsunuz.Hamdolsun bunu keşfettiğimi düşünüyorum.Bu Allah'ın bir lütfu, sonuçta hepimizin bir kader planı var.Karşılaştığımız insanlar, yaşadığımız olaylar bizi yönlendiriyor.2 senedir farklı bir hayat yaşıyorum.Kaderciyim deyip kenara çekilmiyorum,kader sizin elinizde.İnsanın karakterinin kaderini belirleyeceğiini düşünüyorum.Yapmam gerekeni yapıp kenara çekiliyorum.Bu yaşam bana sabretmeyi, tevekkülü öğretti.Egomu eritmeyi, nefsimi terbiye etmeyi öğreniyorum.Ben bu dünyada öncelikle ruhsal bütünlüğümü tamamlamak istiyorum

Ruhsal bütünlüğünüzü tamamlamak için ne yapıyorsunuz?

: Kendi iç yolculuğumda yalnız biriyim,ama sosyal hayattan da kopuk değilim.Hayat zaten yorucu.Olumsuz bir olay yaşadığımda önce kendime bakıyorum ve 'Ben ne yaptım!' diyorum.Bu insanı yoran bir şey ama hayata böyle bakmak benim tercihim.Bir dönem kişisel gelişimle ilgilendim, yığınla seminere gittim,klinik psikoloğum oldu,meditasyon yaptım,yoga yaptım,Uzakdoğu felsefesi ile ilgilendim.Bir baktım yol beni tasavvufa getirdi.Şimdide onu öğrenmeye çalışıyorum.Aman yanış anlaşılmasın, bunlar yandaş konuşmalar değil.

Herkes tasavvufla ilgilendiğini söylüyor, fakat tasavvuf İslam'a dahil.Birçok kişi bunu görmezden gelip işin popüler yönüyle ilgileniryor?

: Ben bunun popülerliğinede çok karşı değilim.Popüler olsun, belki ondan dolayı üç beş kişi tasavvufla ilgilenir de yolu aydınlanır.

Sizin dünyanızda tasavvuf nasıl birşey?

: Ben öncelikle aşka inanıyorum.Aşk, yani yanmak aslında sizi oraya getiren duygu.Ben tasavvuf yolunu aşkla deneyimliyorum.Aşkla yandığınız zaman ciddi bir ego terbiyesi ouyor.Bir olma duygusuna eriştiğiniz zaman Allah'la bir oluyorsunuz.Benim bir aydınlanma yolum var ve o yolda yanlış kararlar vermeden, hatalar yapmadan yol almak istiyorum.Ben tasavvufla bir olma duygusunu bağdaştırıyorum.Kendi içinde devinimli bir daire olarak görüyorum hayatı.Yandıkça yok oluyorsun ve kendin oluyorsun.Kendi özüne yaklaştıkça Allah'a daha çok yaklaşıyorsun.Dolayısıyla kendimi daha çok sorguluyorum.Kendimi eleştirmekten korkmuyorum.Zaten bizi o aydınlık yoldan saptıran şey korku,nefret, kibir, öfke gibi duygular ve madde dünyasının verdiği değerler.Kibir,korku,madde dünyası o yolda adım atmamızı engelliyor.O aydınlık dünyada yürüyebilmek için bu dünyadaki alışkanlıklarımızdan kurtulmamız gerekiyor.

Bulunduğunuz dünya bunlara çok yabancı.'Ne oldu sana İpek?' diyorlar mı?

: Demiyorlar,çünkü bunu söyleyecek insanlarla görüşmüyorum.Çok az insanla görüşüyorum.Enerjisinden hışlanmadığım ya da kendi bütünlüğünü tamamlayamamış, kendi hezeyanları içinde olan insanların enerjisi beni yoruyor ve ben saygılı bir biçimde kendi kabuğuma çekiliyorum.Böyle olmayada devam edeceğim,çünkü böyle olmaktan mutluyum.

Acıları hüzünleri yoğun yaşadığınız bir dönem var mı?

: On sene önce panikatak geçirdim.1,5 sene klinik psikoloğa gittim.Ama o dönemde ilaç kullanmadım.Çünkü bu tür hastalıklar beynin yarattığı hezeyanlar.Düşünce yapımı değiştirdim,olumsuz düşünmemeye çalıştım.'Eyvah,param mı bitecek, ne olacak?' gibi acayip kaygılarım vardı.Hep mükemmel olmaya çalışıyordum.İyi evlat, iyi öğrenci, bunlar yanlış etiketler.Sonra 'bir dakika' dedim.Hep insanlar için yaşamışım diyerek o etiketleri bir bir üzerimden çıkarmaya başladım.Kendime döndüm, kendi yoluma.Dibe indim,daha içe çekildim ve bu benim hoşuma gitti.İç dünyamda bunları yaşarken kariyerimde yükselmeye devam ediyordu.Ben o tarafı şeytani bir taraf olarak görüyorum.Ego yükseldikçe zaten içinizdeki şeytan ellerini ovuşturuyor.'Yaşasın benim tarafıma geçti!' diyor.Ego şiştikçe meleki tarafınızın ışığı sönmeye başlar,mananız değişir.

İstiklal Marşı'mız



Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır parlayacak!
O benimdir, o benim milletimindir ancak!

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül... ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal.
Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklal.

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım;
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar.
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imânı boğar,
'Medeniyyet!' dediğin tek dişi kalmış canavar?

Arkadaş, yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın,
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

Bastığın yerleri 'toprak' diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı.
Verme, dünyâları alsan da bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.

Rûhumun senden İlahî, şudur ancak emeli:
Değmesin ma' bedimin göğsüne nâ-mahrem eli!
Bu ezanlar-ki şehâdetleri dinin temeli-
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.

O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım.
Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım;
Fışkırır rûh-ı mücerred gibi yerden na'şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım!

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl;
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet,
Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklâl!

MEHMET AKİF ERSOY