29 Şubat 2012 Çarşamba

Hiç kuşku yok, seçilmişim

Ne garip! Önce ceset kılınmışım, sonra ruh üflenmiş bana.

İçecek suyum, yenecek lokmam, ikbalim, itibarım, idbarım, çilem varmış. Benim de yürünecek yolum varmış şu küre-i âlemde, bu dünya üzerinden ben de gelip de geçecekmişim.

Yoklar defterinde değilmiş kaydım. Toprak kıvamında takılmamış, cesetle toprak arasında kalmamışım. Ruhsuz bir beden olarak doğmamış, şuursuz bir ruh olarak yaratılmamışım.


Adem'den vücuda geçmişim, vücuddan hayata, hayattan ruha, ruhtan şuura.

İnsan olarak yaratılmışım.

Taş değilmişim, toprak, su, hava, ateş değilmişim. Everest'te bir çiçek, Ağrı'da bir kaya parçası, bir çalı horozu değilmişim.

Öyleyse seçilmişim.

Ya seçilmeseydim? Bunca acıya, bunca çileye rağmen ya var olmasaydım? Adım, kullar listesine yazılmasaydı benim de? Levh-i mahfuza bir insan ismi olarak geçmeseydim? Ben olmasaydım ya? Bir kader biçilmeseydi, bir ruh üflenmeseydi bana, hareketli kılınmasaydı şu kırk dokuz kiloluk bedenim?

Hiç kuşku yok, seçilmişim. Bir insan olarak yaratılmış, dünyaya salınmışım. Kaderimi kuşanmış, her kazaya her belâya ezelden "Beli" demişim.

Bir sürgün gömleği geçirmişim eynime, epeyce ağır gelmiş. Bu yüzden "İyi ki" demişim yeri gelince, ama daha çok "Keşke" demişim. Yeri gelmiş bir dağ altında ezilmiş yeri gelmiş bir kaşık suda boğulmuşum.

Tel kopmuş da teli koparan yokmuş. Kan akmış da bir vurulan bir vuran yokmuş. Ama işte bir vurgun varmış ortada da hiç kimsenin suçlu olmadığı yerde bir suçlu bile yokmuş. Çünkü suç yokmuş. Farzı, muhal olmaktan çıkaran yegâne, cesaretmiş de o da bende yokmuş.

Çünkü en zayıf olduğum yerden sınanmış en hassas olduğum yerden vurulmuşum. Hangi yanımdan yara alsam o yanımdan ağrımışım. Taşıyamam zannettiklerimi taşımış, taşırım zannettiklerimin altında kalmışım. İçimdeki ummanı önce sızdırmış sonra taşırmışım.

Kelimeler verilmiş bana, isimler öğretilmiş. Bir âh çekilse dünya dönecekken; ben, her şey karanlığa gömülmeden önce, kendimden sonsuzluğa bir şey bırakmaya kalkışmışım. İsmimin ilk hecesi bir somun ekmek son hecesi su dalgasıymış oysa. Aynı sözcüklerle özetlerim kendimi sanmışım da ezberlemem gerekeni sökememişim bile. Elif'te takılıp kalmışım.

Gün gelmiş feryat etmişim yolumu kaybedip, sonra "Nerede kayboldun sen?" diye kendi yakama yapışmışım. Hesap sormuşum fütursuzca, küstahça.

En önemlisi de ölümlüymüşüm ben. Üstelik ölümlü olduğunu bilen tek canlıymışım. Ben kendi ölümüme refakat ederken bana refakat eden karanfil kokusunu almışım daha ölmeden. Karşısında en eylemsiz kaldığım ölüm kendi ölümüm olmuş. Yani hâlâ gaflette, hâlâ hepi topu kendi ölümünü anlatan bir roman kahramanıymışım.

Dayanamamış, arabayı sağa çekmiş, "Benden bu kadar" demiş, şimdi artık sadece beklemeye başlamışım. İki elimi iki yanıma sarkıtmış, kendimi boşluğa bırakmışım. Nedense radyonun düğmesine dokunuvermişim birden. Bir cümle çıkmış bahtıma, öylesine durup dururken: "Bir günahtan çıkıp bir günaha batarlar. Ama yine de ümit vardır çünkü af vardır." diyormuş bir ses.

Gördüklerimin rüya olan hayatlar değil, hayat olan rüyalar olduğunu anlamışım. Rüyalarımı kaydetmek gibi onları yorumlamayı da bir tarafa bırakmışım. Rüya içinde gördüğüm bir rüyadan uyanmışım. İtidalse bunun adı şimdi ben mutedilmişim.

Anlamışım ki dünya âlem perdesinde ben de gelip geçici, ben de bir gölgeymişim. Asıldan nasibim var ama şimdilik suretmişim.

Öyleyse hepsine de amenna. Değil mi ki seçilmişim.

Tasarımı dünden bugüne taşıyor

Takke motifli kaseler, rahle görünümlü sehpalar, kâğıttan İznik çini desenli vazolar... Tasarımcı Erdem Akan, tasarımlarının gelenekten beslendiği görüşünde. Ancak yaptığı işin, geçmişi bugüne olduğu gibi aktarmak değil, günümüzde kullanılabilir hale getirmek olduğunun altını çiziyor.Erdem Akan, mühendisliğin çemberinden geçmiş genç bir tasarımcı. Elle Decor dergisi tarafından 'Yılın tasarımcısı' seçilmenin heyecanını yaşıyor şimdilerde. Zira daha önce hiçbir yarışmaya katılmamış. Ancak derginin, tasarımlarını inceleyip beğenmesi ona bu ödülü kazandırmış. Birçok ülkede aynı anda seçilen 'yılın tasarımcıları' nisan ayında yapılacak uluslararası finalde kendi aralarında yarışacak. Akan, belki de bundan birkaç ay sonra uluslararası alanda temsil ettiği ülkesine ödülüyle beraber dönecek.

"Hem makineyi yaparım, hem tasarımını"

Erdem Akan'ın tasarım tutkusu, üniversite yıllarında göstermiş kendisini. Boğaziçi Üniversitesi'nde makine mühendisliği okurken ürünlerin hem mekanizmasını hem tasarımını yapacağı günlerin hayaliyle yaşıyormuş. Ancak işin öyle olmadığını ikinci sınıfta anlamış. Daha o günden koymuş kafasına tasarım işini. Ancak okuduğu bölümden pişmanlık duymuyor. Zira analitik düşünme yeteneği, matematik ve fizik konusundaki kabiliyetinin, tasarım anlamında kendisine çok şey kattığı görüşünde. Okulunu başarıyla bitirmiş, ardından kazandığı yüksek lisans bursuyla ver elini İngiltere. Endüstriyel tasarıma dair bildiği ne varsa burada öğrenip dönmüş ülkesine. Otomobilden cam ve porselene endüstriyel tasarım üzerine tanınmış firmalarda çalışmış yıllarca. Bu esnada tanıştığı dünyaca ünlü tasarımcılar ve tasarımlarından çok şey öğrendiğini anlatıyor.

"Birbirimizin işine bilerek burnumuzu sokuyoruz"

Akan'ın Doğu-Batı arasındaki gelgitli projesi Maybe-design'ın kuruluş hikâyesi bundan yedi yıl öncesine dayanıyor. Liseden arkadaşı Viyana'da ünlü mimarlık ofislerinde çalışan mimar Bora Akçay ile yolları kesişince tekrar, böyle bir işe girişmişler. Akan kurucusu olduğu Maybedesign şirketi için "Mimarı, mühendisi, tasarımcısı hepimizin birbirimizin işine bilerek ve severek burnumuzu sokarak yaptığımız disiplinler arası bir çalışma." diyor. O gün bugündür ürün tasarımından iç dekorasyona tasarımına dair ne varsa çekim alanında.

Kültürü tanıtmak için önce tanımak gerekir



Maybedesign çerçevesinde çeşitli sergilerden uluslararası fuarlara kadar birçok platformda sergilenmiş oldukça ilginç tasarımları var Erdem Akan'ın. Hemen hepsinin ortak noktası Doğu-Batı arasındaki gelgitler. Eserlerinde geleneksel kültürün etkileri hemen hissediliyor. Ancak o, bunu bir 'Avrupalı gözü'yle yapmadığı iddiasında. Ona göre gelenek geliştirilerek bugüne akıtılması gereken bir çeşme gibi. Tarih dolabında dondurup saklamaksa faydasız. Batı hep tasarım anlamında esecek bir rüzgâr bekliyor Doğu'dan. Ancak bunu samimiyetle yapmadığınız zaman hemen hissediliyor. Akan, "Sen hayatında lokumu ağzına sürmediysen, gelen turiste istediğin kadar 'Turkish delight is very nice' de, kimseyi inandıramazsın." diyor.

Takkeden kase, rahleden sehpa





Erdem Akan, derdinin geleneksel kültürü kullanılabilir haliyle bugüne taşımak olduğu iddiasında. Bunun için yıllar önce atıklardan geleneksel Eyüp oyuncakları yaparak Milano'da sergilemiş. Yine alemlerden ilham alarak tasarladığı 'İstanbul'un süsleri' adlı aksesuarlar ilginç. Şiş kebaba özel, ortasına şişlerin geçeceği deliklerle dolu bir sunum tabağı hazırlamış 'şiş tabak' adında. Takke şeklindeki kaseler ve rahle şeklindeki sehpalar da büyük ilgi görmüş. Ama yurtdışında en çok dikkat çeken içi ince belli dışı düz bardak görünümlü 'Eastmeetswest' adlı çay bardakları. Fes ile beyzbol şapkasının birleşmiş hali olan 'Feskep' tasarımına pek anlam veremesek de Akan, bunun yıllar içindeki değişimin fotoğrafı olduğunu söylüyor. Akan'ın iki metrelik kâğıt vazoları ve teni boğaz silüetine yansıtan 'Boğaz' adlı yüzük tasarımı görülmeye değer.





23 Şubat 2012 Perşembe

Bir daha soğuktan şikayetçi olmucam! :(



Deneysel Tarihçi : Serdar KILIÇ

Serdar Kılıç Biyografi





Henüz 12 yaşında iken dedesi ile birlikte kurt izlerini takip etmeye başladı, hikayelerini dinledi, nerede ve nasıl yaşadıklarını öğrenmeye başladı. Kurtlar hakkında bir çok kitap ve makale okudu, belgesel ve filmler izledi. Spor kariyeri devam ederken hep bir ayağı doğadaydı, hayatının neredeyse üçte birini doğada geçirdi. Doğayı ve toprağı tanıdıkça onu daha da sevdi. Üzerine basmaya bile kıyamadığını söyler. 20'li yaşların sonunda "Wolftrack" şirketini kurdu, 2008 yılı sonuna kadar 8.000'in üzerinde orta ve üst düzey çalışana; liderlik, grup dinamikleri, iletişim ve motivasyon ağırlıklı eğitimler verdi. 2000 senesinde Türkiye'deki ilk 8-16 yaş çocuklar için 'Serüven ve Doğa Sporları Kampı'nı kurdu.

AKADEMİK VE SPORTİF EĞİTİMLER



ODTÜ Jeoloji Mühendisliği'nde eğitimine devam ederken Beden Eğitimi ve Spor Bölümüne geçerek 1995 yılında mezun oldu.

Spor Organizasyonu ve Yönetimi üzerine yüksek lisans yaptı.

Egzersiz Fizyolojisi, Sporcu Beslenmesi ve Sağlığı konularında eğitim ve sertifikalı eğitimlerini tamamladı.

•1976-1979 Mukavemet kayağı "Cross Country" kayak eğitimi aldı ve hala ilgilenmekte.
•1980-1989 Temel Hayatta Kalma Eğitimleri, Kampçılık ve İzcilik Faaliyetlerinde bulundu.
•1990-1991 Temel Dağcılık Eğitimleri gördü ve o yıldan beri yurt içinde ve yurt dışında bir çok tırmanış gerçekleştirdi.
Bunlardan bazıları;

-Türkiye' de; Kaçkarlar (Rize-Artvin-Erzurum) birçok kez yaz-kış tırmanışı, Demirkazık, Kaldı, Alaca (Niğde), Medetsiz (Tarsus), Ilgaz (Kastamonu), Ağrı (D.Beyazıt), Erciyes (Kayseri), Sultandağı (Afyon), Dedegöl (Isparta) Işık Dağı (Çerkeş-Çankırı), Köroğlu (Bolu), Soğanlı dağları (Bayburt), Spil dağı (Manisa), Mercan Dağları (Erzincan-Tunceli)

-Yurt Dışında; Mt. Kinabalu (Borneo), Mt Cook (Southern Alps-New Zealand), Mt Tronador (Patagonia-Argentina), Mt Tubkal (Atlas Morocco), Elbruz (Georgia), Alpamayo (Peru, Tien Shan (Kırgızistan-Tacikistan), Fitz Roy (Patagonia Argentina), Denali (Alaska).


•Akıntılı ve Durgun Su Kanosu, Rafting, Kayaking Eğitimi (Dalaman, Çoruh Nehirleri)
•Navigasyon ve Orienteering Eğitimleri.
•Dağ Bisikleti (MTB), Heli-Kayak, Kaya ve Buz Tırmanışı, Mukavement Binicilik, İz Takibi konularında eğitimli ve deneyimli.
•Bröveli İlk Yardım ve Cankurtarma Eğitimi.
•Altın Eğitmen Cankurtaran (Sualtı Sporları, Su Kayağı ve Paletli Su Sporları Federasyonu)
•Arama ve Kurtarma Eğitimi


BAŞARILARI



*Doğa sporları, Doğada Arama Kurtarma ve Dağcılık eğitimlerini ve katıldığı sertifika programlarını üstün başarı ile tamamladı. Bunlardan en önemlisi, ilk defa bir Türk katılımcıya verilen, "First Special Response Group"tan aldığı sertifikadır (EK.1). Eğitimden 1 yıl sonra, üstelik eğitmen olarak bu gruba çağrıldı. Sonrasında 477 saatlik bir arama kurtarma eğitimi daha aldı.

*Türk Spor tarihinde İlk defa yeni bir spor branşında Türkiye'yi temsil eden kişi olarak Türk spor tarihine geçti.

Doğa Sporları adı altında Dünyanın en zorlu Serüven Yarışmaları;

(Dağcılık, Binicilik, tırmanma, rafting, dağ bisikleti, kano, buzul tırmanışı vb.)

•Patagonya Arjantin 1999,
•Borneo Malezya 2000,
•Yeni Zelanda 2001,
•Fas 2003,
•Hırvatistan 2003
•Camel Trophy '98; İsveç Ostersund'da, 20 Ülke sporcuları arasında fiziksel etaplar ve navigasyon şampiyonu oldu.
•1994 senesinde Üniversitelerarası Grekoromen Güreş Şampiyonası'nda +90 kiloda üçüncülük elde etti.
•400m Sprint Koşu Türkiye 3.lüğü, Basketbol Üniversite şampiyonlukları, salon ergometre birincilikleri, kano ve rafting şampiyonlukları bulunmakta.
•Kurum içi takım çalışması ve kurum sadakati amaçlı ve 5 yıldır geniş katılımla devam eden kurumsal basketbol ligi Business League'yi kurdu.
•Gore-Tex Test ve ürün geliştirme maksatlı Güney Kutup dairesinde 21 gün -60 C de yaşadı.
•Gençlerin gelişimi ve sosyal sorumluluk projeleri ile ilgilenmekte. Bunlardan biri; Turkcell ile birlikte gerçekleştirilen, Afyon ili İhsaniye ilçesi Yukarı Tandır köyünden 80 çocuğa (12-15 yaş) kampta özgüven eğitimi…
Halen Bolu'nun Mudurnu ilçesine bağlı Bekdemirler köyünde, doğada hayatta kalma ve özgüven eğitimi verilen campwolftrack devam etmektedir.

18 Şubat 2012 Cumartesi

Kış Güneşi - Umut Hoşgör



01. Kış Güneşi
02. Özlem
03. Yandım
04. Azeri Gülü
05. Paşa
06. İskoç Esintisi
07. Aşkın Büyüsü
08. Sevda
09. Mihrace
10. Gözyaşı
11. Keman Taksimi



Bu enstrümantal albümü dinlemek için tıklayınız

Adımız avam, müziğimiz değil!



Kemal Arslan, Bora Bekiroğlu ve Uğur Onatkut'tan oluşan Avam Garde Trio, geleneksel müziğimizden aldıkları ilhama çağdaş müziğin sağladığı imkânları katarak farklı bir müzik oluşturuyor.Kemal Arslan, Bora Bekiroğlu ve Uğur Onatkut... "Müziği kalıplara sığdırmaya çalışmayan, seyyah mizaçlı ve maceraperest ahenk sevdalısı" üç müzisyen. Bu duygularla bir araya gelip, geleneksel müziğimizin kendilerine verdiği ilhama çağdaş müziğin sağladığı imkânları katarak bir yolculuğa çıktılar. Mevlânâ gibi sözlerin bittiği yerde, ayakları bu topraklara basanların dünyaya söyleyebileceği yepyeni sözler olduğunu bilerek. Bu müzikal yolculuklarının adını da Avam Garde koydular. Avam Garde Trio, ilk albümünü geçtiğimiz günlerde Kalan Müzik etiketiyle müzikseverlerin beğenisine sundu. Grup üyeleri ile bir araya gelerek onları ve bu farklı müzikal yolculuklarını konuştuk. Topluluğu oluşturan üç isim de doğuştan müzisyen desek yanlış olmaz. Uğur Onatkut, halen Yüksek Sadakat grubunun bir üyesi. Bora Bekiroğlu bu yılki Eurovision temsilcimiz Can Bonomo'yla çalıyor. Kemal Arslan da bugüne kadar birçok projede yer aldı.

Avam Garde Trio her ne kadar yeni bir topluluk olarak görülse de oluşum süreci uzun yıllar öncesine dayanıyor. Kemal Arslan ve Bora Bekiroğlu üniversiteden arkadaş. Ekili 1999 yılında tanışmış ve Sabancı Üniversitesi müzik kulübünde birçok projede birlikte çalışmış. Onlardan biri de Kemal Arslan'ın geliştirdiği Avam Garde Orkestrası. Orkestra üyeleri merkezi İstanbul olarak kabul edip bir kültürel havza belirleyerek oradan derlenmiş müzikleri yeniden yorumlamaya başlamış. Bilinen, bilinmeyen, anonim birçok eseri seslendirmişler.

Bu iklimde nüveleşen Avam Garde Trio'nun doğuşunu Kemal Arslan şöyle anlatıyor: "Orkestrada çalışırken hiç dinlemediğimiz bir müzik bile bizim müziğimiz gibi geliyordu. O zaman müzikteki var olan sınırları sorgulamaya başladık. Nereden itibaren bizim müziğimiz? Misakı Milli sınırlarından itibaren mi? Var olan sınırları sorunsallaştırıyoruz, öteliyoruz ama tam manası ile kaldıramıyoruz. Ama esnetiyoruz. Orkestranın esprisi buydu. Sonra bir tür müzikal iklim oluşturdu. Onun ilham verdiği şeylerden Avamgard Tiro doğdu."

Hazmı ve üretmesi kolay değil

Besteler oluşmaya başladığında bu ikili nasıl yaparız diye düşünürken Bora Bekiroğlu, Uğur Onatkut'un kapısını çalmış. Sonrasında katı çerçeveler ve yol haritası çizmeden bu müzik onları nereye götürüyorsa yürümeye başlamışlar. Tabiri caizse müzikleri el yordamı ile gelişmiş. Topluluğun ismi Avangart'ı çağrıştırsa da sadece bundan ilham alıyor. İsminin Avam Garde olması da sizi yanıltmasın. Yapılan iş avam bir iş değil. Kemal Arslan'ın deyişi ile "hazmı ve üretmesi o kadar kolay değil". Bir şekilde gelenekle ve modernle problemli bir ilişkisi var. Ondan ilham alan, beslenen ama onu dönüştüren bir yapısı var.

Peki bunu neden avamla ilişkilendiriyor Kemal Arslan bunu: "Çünkü bir şekilde halk kültüründen besleniyor. Öndeki enstrümanı bağlama. Bir şekilde yeni bir müzik arayışı var. Ama teorik olarak katı çerçevesi yok. Yeni bir sentez ortaya çıkarmak isterken bunu bir teorinin ürünü gibi ortaya sunmaktansa daha el yordamı ile melodinin peşinden giderek bunu yapmaya çalışıyoruz."

Bora Bekiroğlu, eserlerin son hallerinin ilk hallerinden oldukça farklı olduğunu söylüyor. Bazen bir bestenin iki farklı esere bile dönüştüğünü dile getiriyor. "Kafamızda belli kalıplara oturtmak yerine ezgi ve melodi ne istiyorsa onun peşinden giderek yaptık müziğimizi. Aynı şarkıyı beş kez, farklı şekillerde kaydettiğimiz oldu." diyor.

İşimiz uyumsuzluklarla

Uğur Onatkut, Avam Garde müziğini şu sözlerle anlatıyor: "Türkiye'nin müziği. Kendinizi serbest bırakıp sınırlarını kaldırdığınızda zaten ortaya böyle bir müzik çıkıyor. Bulunduğumuz coğrafya itibarıyla Türkiye'nin müziği sentez olmalı. Avam Garde kendimi bana hatırlatıyor." diyor.

Kemal Arslan albümdeki eserlerin ayrı ayrı hepsinin bir hikâyesinin olduğunu anlatıyor. Ama asıl hikâye şu: "Müziğin tanımı gereği seslerin uyumunun peşindeyiz elbet; bu yüzden, işimiz biraz da uyumsuzluklarla. Yenilenmenin ancak farklı olanla temas halinde mümkün olabileceği düşüncesiyle yan yana getiriyoruz onca farklılığı. Ayrılığın farklılığın çatışma ve çelişkinin sanatın varlık sebebi olduğunu ve de ayağını bu topraklara basanların dünyaya söyleyebileceği yepyeni özler olduğunu bilerek."

Görüntünün eşlik ettiği bir müzik

Avam Garde müziğini dinleyen herkes, kafasından imgelerin ve görüntülerin aktığını söylüyor. Görüntüye eşlik eden ya da görüntünün eşlik ettiği bir müzik olarak yorumluyor. Topluluk üyeleri de bunun farkında. Kemal Arslan çok ayrıksı ve yenilikçi bir sahneleri olacağını ifade ediyor. Yani sahnede alışılmış bir müzik topluluğu performansı izlemeyeceğiz. Avam Garde sinema müziğine de çok yakıştırıldığı için gelecek dönemde böyle bir çalışma da yapabileceklerini anlatıyor.

Dünyaya açılacağız

Avam Garde Trio enstrümantal müzik yapıyor ve bu müziğin dünyaya daha rahat açılabileceğini düşünüyor. Bora Bekiroğlu, "Bu müzik bizim dünyaya ulaşma aracımız olacak. Müziği yaparken sınırlara göre hareket etmediğimiz için daha farklı kültürlere ve insanlara ulaşmamızı sağlayacak." diyor. Uğur Onatkut da "Herhangi bir alanda yeni bir şey söylenecekse bunun dünyada en uygun olduğu yer Türkiye. Avam Garde'ın yaptığı şey buna işaret ediyor. Dünyada algılanması çok kolay olacak." şeklinde konuşuyor.



AvamGardeTrio Albümündeki eserler

1.Sultan
2.Yas
3.Eyüp Balad
4.Melankoli
5.Hicaz'a Doğru
6.Neomani
7.Odabaşı
8.Suskun

AvamGardeTrio Albümünü dinlemek için tıklayınız

Moda bloglarının gizemli tasarımcısı Sergeenko





Ulyana Sergeenko, son dönemde moda bloglarında ve sosyal ağlarda sıklıkla adı geçen biri.Aslen Rus ve Rusya'da giderek ünü büyüyen bir moda tasarımcısı. Onun için fotoğrafçı desek belki de daha doğru olur. Çünkü gerçek mesleği fotoğrafçılık. Moda alanında hiçbir akademik eğitim almamış. Şaşırtıcı olan ise ne fotoğrafçılık ne de moda okumuş olmasına rağmen bu alanlarda tanınması.

Onun kaderini değiştiren, 3 sezon önce katıldığı Paris Moda Haftası. Fotoğraf çekme niyetiyle katıldığı haftada, özgün stiliyle asıl dikkati çeken o oluyor ve bir anda tüm objektifler ona yöneliyor. Bunu fırsata çevirip poz vermeyi ihmal etmeyen Sergeenko, o günden sonra moda bloglarına konu oluyor. Herkes 1950'li yılları andıran kıyafeti, aksesuarları ve makyajıyla, savaş döneminden çıkagelmiş gibi duran bu gizemli kadını merak ediyor.

Bu merak, onu zaten ilgi alanı olan moda tasarımına yöneltiyor. Kıyafetlere olan tutkusu, detaylara olan dikkati ve özeniyle başarılı da oluyor. Filoloji okuyan bu kadının tasarımlarına dikkat ederseniz bire bir kendi stilini görebilirsiniz. 50'li yılların ve Rusya'nın yöresel detaylarının yer aldığı kıyafetleri günümüze taşıyor Sergeenko. Tasarımlarda vintage ve antik detaylardan etkiler rahatlıkla fark ediliyor. Bu aynı zamanda işçiliğe de yansıyor. Yüksek beller, çiçek bahçesini andıran maksi elbiseler, kabarık volanlı uzun etekler, zarif omuzlar, beli saran korseler, karpuz kollar, önlük elbiseler ve tabiî ki aksesuarlar... Şapka, bere ve eşarp da onun tasarımlarının vazgeçilmez detayları. Kendisi tasarımlarını Rus masallarından ilham alarak hazırladığını söylüyor. İşin ilginç yanı, Ulyana çoğu zaman, masallardan çıkagelen tasarımlarının tanıtımını da kendisi yapıyor. Yani fotoğrafçı, modacı hatta editör kimliği yetmiyormuş gibi bir de modelliğe bürünüyor.

Türkiye'de yeni yeni konuşulan Rusya'da yakın takibe alınan bu tasarımcının favori rengi ise elbette ki siyah. Yanı sıra zümrüt yeşilini de çok seviyor. Ve elbette ki baş aksesuarlarını... Onu başında herhangi bir aksesuar olmadan görmek neredeyse imkânsız. El yapımı, sınırlı sayıda üretilen cluch çantalarıyla da görünümünü bütünlemeyi ihmal etmiyor. En önemli özelliği ise düz renk elbiseleri içindeki asil görünümü. Her koleksiyonu farklı bir temaya sahip. Sürekli farklı kombinasyonlar oluşturması aslında onun modanın bir kölesi olmadığının da bir göstergesi.

Sergeenko'nun tarzı tesettür giyime yeni bir soluk getirebilir

Ulyana Sergeenko'nun, dekoltesi olmayan, uzun kollu ve maksi boyda elbiseleri, etekleri, gömlekleri örtülü kadınlara da hitap ediyor. Aslında Sergeenko'nun zarif ve özgün stili tesettür giyime yeni bir soluk getirebilir. Bu alanda üretim yapan markalar ve tasarımcıların ondan ilham alması, şatafat içinde boğulan tesettür giyim sektörünü sadelik getirebilir.

Nedir bu Pinterest?



Facebook, Twitter, Foursquare, Frienfeed, Instagram gibi sosyal medya platformlarına bir yenisi daha eklendi. Büyük ilgi gören Pinterest, birkaç ay içinde 10 milyon kullanıcıya ulaştı. Peki bu yeni sosyal medya platformunun diğerlerinden farkı ne?Yeni sosyal medya platformu Pinterest ne demek? Pin (iğne) ve interest (ilgi) kelimelerinin birleşiminden oluşan Pinterest, fotoğraf ve video paylaşımına imkan veren bir sosyal medya platformu. Bu platformun temel mantığı ilan panosu gibi kullanılabilmesi. Tıpkı gerçek bir ilan panosunda olduğu gibi Pinterest'te ilgimizi çeken konuların duyurusunu yapabiliyoruz. Bu duyuruların farkı ise online platformda sayısız insanla paylaşılabilmesi ve en önemlisi de paylaşımın kaynağının kim olduğunun görülebilmesi.

Pinterest'in temel mantığı tıpkı diğer sosyal medya platformlarında olduğu gibi paylaşmaya dayanıyor. Pinterest'in farkı bu paylaşımların yazıdan çok görsel ağırlıkta olması. Kullanıcıları internette rastladıkları ilginç fotoğraf ve videoları paylaşıp diğer kullanıcılardan yorumlar alabiliyorlar.

Pinterest kavramları

Pinterest'te paylaşım yapmanın adı 'Pin'. Kullanıcılar internet tarayıcılarına Pin It adlı bir uygulamayı yükleyerek internette rastladıkları tüm fotoğraf ve videoları kolayca diğer kullanıcılarla paylaşabiliyorlar.

Bu paylaşımın yapıldığı yerin adı 'Board' (pano). Kullanıcılar bu panolarda paylaşmak istedikleri resim ve videoları farklı kategoriler altında toplayabiliyorlar. Kullanıcılar isterlerse paylaşım yaptıkları panolarda diğer kullanıcıların da katkı yapmasına izin verebiliyorlar. Örneğin evini dekore etmek isteyen bir Pinterest kullanıcısı ev dekorasyonu ile ilgili bir pano oluşturup katkı sağlamak isteyenlerin fikirlerini alabiliyor ve bu fikirleri tek bir yerde toplayabiliyor. Değişik yemek tarifleri, düğün organizasyonları veya alısveriş önerileri için de Pinterest kullanılabilir.

Pinterest kullanıcıları tıpkı Twitter ve Facebook'ta olduğu gibi diğer kullanıcıları takip edebiliyorlar. Böylece takip ettikleri kullanıcıların paylaştıkları tüm resim ve videoları görmek mümkün oluyor. Pinterest'te yapılan paylaşımların altına yorum yazmak da mümkün.

'Like' tuşu ile kullanıcılar Pinterest'te gördükleri ilginç içerikleri beğenebiliyor veya 'Pin'leyerek diğer kullanıcılarla paylaşabiliyor.

'Repin' özelliği ile Pinterest'te gördüğünüz ilginç paylaşımları siz de kendinize ait bir panoda paylaşabiliyorsunuz. Tıpkı Twitter'da Retweet yapmak gibi.

Nasıl üye olabilirsiniz?

Geliştirilme aşamasında olan Pinterest henüz doğrudan üyelik sistemine açık değil. Pinterest kullanabilmek için platformun ana sayfasından (www.pinterest.com) bir davetiye talep etmek gerekiyor. Davetiye için e-mail adresinin verilmesi yeterli. Pinterest yetkilileri birkaç gün içinde davetiyenizi gönderiyor.

Eğer birkaç gün beklemek istemiyorsanız tanıdığınız diğer Pinterest üyelerinden destek alabilirsiniz. Mevcut Pinterest üyeleri isteyenlere Facebook ve Twitter üzerinden sınırsız davetiye gönderebiliyor.

Üye olduktan sonra yapmanız gereken ilk şey internet tarayıcınıza 'Pin It' adlı uygulamayı yüklemek. Bunu yükledikten sonra internette beğendiğiniz video ve fotoğrafları diğer Pinterest kullanıcıları ile paylaşabiliyorsunuz.

Markaların da ilgisini çekti

Lemon.ly adlı şirketin yaptığı bir araştırma Pinterest hakkında ilginç istatistikler ortaya koyuyor. Bu istatiklere göre Pinterest'in hali hazırda 10,4 milyon kayıtlı kullanıcısı var. Yaklaşık 9 milyon kullanıcı Pinterest'e Facebook üzerinden ulaşıyor.

comScore'un yayınladığı bir istatistiğe göre Pinterest ocak ayında 11,7 milyon tekil kullanıcı tarafından ziyaret edilince ABD'de 10 milyon kullanıcı sınırını en hızlı geçen sosyal medya platformu ilan edildi.

Pinterest büyük markaların da dikkatini çekmiş durumda. Ürünlerinin pazarlamasını yapmak isteyen 100'den fazla marka Pinterest hesabı açmış. Özellikle moda, gıda, seyahat ve ev dekorasyonu gibi alanlarda faaliyet gösteren şirketler Pinterest'e büyük ilgi gösteriyor. Pinterest kullanıcılarının yüzde 97'sinin kadın olması bu markaların gösterdiği ilginin bir başka önemli sebebi.

< G D O = G M O >




"Domatesin markette yetiştiğini sanan çocuklara genleriyle oynanmış ürünlerin insanı ve doğayı nasıl uzun vadeli tahrip ettiğini hangi dille anlatabilirsiniz?" (Leyla İpekçi)


GDO'lu ürünleri yemezler diyosan : http://www.yemezler.org/





11 Şubat 2012 Cumartesi

Bizi kendimizin zalimi kılan ne?

Sizlere güven duygusuyla ilgili bir şeyler söylemek isterdim. İnsanın bu topraklarda işittiği şeylere, okuduğu haberlere, izlediği güncel olaylara bakarak bir başkasına sorgusuzca güvenebilmesi ne kadar zor değil mi?..


Dünyanın bugününde bu belki herkes için zor. Dünyanın nabzı düzensiz atıyor çoğu zaman. Kalbi sıkışıyor, beyni sarsılıyor... Dünyanın kalp atışlarında aritmi oluşmasının bir sebebi, kendi dönüş hızına yetişemez olması bence. Vaktin geçişini algılama maharetimiz arttıkça, daha hızlı dönüyor sanki dünya. Ve bize burada hazır bulunuşumuzun geçici olduğunu unutturuyor.
Yapışmış, çakılıp kalmışız sanıyoruz bu dünyaya. Biz de bir bakıma emanetiz halbuki burada. Unutuluyor.


Emanet aldığımız sözleri, fikirleri, aklı, bedeni, vakti, mülkü, toprağı nasıl taşıyabiliyoruz yıkıp imha etmeden, dökmeden, ihanet etmeden? Taşıyabiliyor muyuz, emin bir şekilde?

Bazen bana öyle geliyor ki, dünyaya ve başkalarına duyduğumuz güven azaldıkça, kendi sözlerimize, inandıklarımıza, düşüncelerimize verdiğimiz değer de azalıyor. Sadakati kurumuş sözlerde, tutulmamış sırlarda, taşlaşmış kalplerde bulabilmek mümkün değil. Çünkü sadakat, güvenin olmadığı yerde kendini yok eder kolayca. Kendi içine kapanır belki.


Medyanın dili bize daima dehşetin, vahşetin, zulmün, kötülüğün haberlerini veriyor. Dikkat çekebilmek, bir yerde bir şey oldu diyebilmek için, yani olay için ille dehşet algısı oluşturmak zorunda tüketicisinde. Sanırım tüketmekle çoğalttığımız ne varsa, insana zulmediyor. Ve işte bu dehşet dili giderek insanı güvensizliğin, belirsizliğin, çaresizliğin yalnız adalarına fırlatıyor ve orada unutuyor... Daima kötülük var artık dışarıda. Bilmediğimiz bir şeyler dönüyor. Futbol takımlarını cezalandıracak şike yasalarında, yardım kuruluşlarının hesaplarında, alışveriş marketlerinde, asayiş şubelerinde, telefonda, internette hep hırsızlar var. Şifre kırıcılar var...


Tabii gündelik hayatın dili de aynı dehşeti tüketiyor zihinaltımızda. Herkes her yandan haykırıyor birbirine: Devlet zorba. Darbeciler, cuntacılar sotalanmış, havayı koklamakla meşgul hep. Devleti yönetenler birbirine düşer. Bugün düşmezse yarın düşer. Yetmişli yıllarda da benzer siyasi atışmaları izlerdik ekran karşısında. Ahhh derdi büyüklerimiz ah!


Şimdi de böyle. MİT, PKK, KCK, TSK, Hükümet, Yargı... Dilimizde bunların çeşitli kombinasyonları, anlamlandırmaya çalışıyoruz başımızda çöreklenen ihaneti. Fitneyi. Her seferinde, farklı bir vechesini... Fakat itham ve iftiralarla, önyargılarla yerli yerine koyabileceğimizi sanıyoruz her şeyi.


Olmuyor. Silah tutanlar, kan dökenler, müzakere edenler, pazarlık yapanlar değişiyor sadece. Bizi o içeriden çürüten 'belirsizlik ilkesi' hepimizi tutsak etmiş. İstihbarat, emniyet, güvenlikçiler, siyasetçiler, askerler, bürokratlar karşılıklı büyük taaruzda on yıllardır. Doğruyu yanlıştan, hakkı batıldan ayırabilmenin denklemi çoktan silinmiş.


Kime isterseniz sorun, onlar durulsa, içeriyle bağlantılı dışardan müdahaleler peşimizi bırakmıyor, bırakmayacak. Böyle derler. Zaten de bırakmaz. Hepsi birbiriyle bağlantılıdır, iç içedir. Oda içinde odalar vardır daima. Burası, bu topraklar hep kaos çıkarıcıların nemalandığı verimli topraklar. Fitnenin, şüphenin, paranoyanın, güvensizliğin, çekişme ve çatışmanın yuvası. Bunlardan nemalanan herkes, tüm kriz yönetmenleri buradadır. Böyle diyecekler. Diyorlar zaten kuşaklardır. Koro halinde seslendirdiğimiz nakarat bu.


Velhasıl, bu topraklarda hiçbir zaman huzur içinde, güvende, barış dolu bir dünya kurmak mümkün olmadığı için, birbirimize duyduğumuz güveni inşa edecek parametreleri de oluşturamıyoruz. Güvensizlik, burada hepimize daha fazla gerekli güvenmekten. Şüphe ve suizan daha işlevsel kalp sezgisinden. Art niyet iyi niyetten, peşin hüküm ve önyargı yapıcı bir sorgulamadan çok daha kaçınılmaz. Çünkü gizli görüşmelerin bilinmeyen eller tarafından sızdırılması, aleni çatışmaların binbir parmaklı eller tarafından kamçılanması, gerçeklerin kurgu senaryolarla saptırılması, büyük dehşetleri azmettirenlerin her seferinde ihaleyi taşeronlara vermesi, yalan, dedikodu, gıybet... Tüm bunlar şeffaf görünümlü bulanık bir insan türü yaptı hepimizi.


Hiçbir şeyin olduğu gibi görünmemesi hepimizi kendimizin zalimi kılıyor. Art niyetin, dehşetin, zulmün tutsaklarıyız. Kalbimizde dikenler. Zihnimizde mekanik zelzeleler...


Güvenin bittiği her yerde güvenlikçiler bekliyor bu yüzden bu topraklarda. Ellerinde silahla.
Razı olmanın, gönülden bağlanmanın, vefanın, sadakatin dili hırçın bekleyişlerin ölçülü suskunluğunda unutulmuştur işitilmeye işitilmeye. İyi uykular.

(Leyla İpekçi)

Çocuğunuzu fişte unutmayın!


"Çocuğumu Fişte Unuttum!" kitabının yazarı Amerikalı Marie Winn'in televizyonla ilgili ilginç tespitleri var: Çocukları duyarsız hale getiriyor, ailede iletişimi yok ediyor, düşünmeyi imkânsız kılıyor. Anne babalar kendi rahatlarını düşünerek çocuklarını fişle uyuşturuyor."Bu kitap anne babaların hiç hoşuna gitmeyecek. Çünkü çocuklarını ekran karşısında uyuşturmak en çok onların işine geliyor. Yine de artık birilerinin gerçekleri söyleme zamanı geldi." diyor Marie Winn, 'Çocuğumu Fişte Unuttum!' isimli kitabında. Bu manidar ismi taşıyan kitap, çocuğunu televizyon ve internetten daha çok seven anne babalara sesleniyor.

Kitap aslında yeni değil. İlk kez 1977'de yayımlanmış. Ancak sonraki 25 yıl boyunca toplumda büyük değişimler olunca yazar yenileme ihtiyacı hissetmiş. Ufuk Yayınları'ndan çıkan kitap Türkçeye ilk kez İbrahim Kaplıkaya tarafından çevrildi. Eserde, saatlerce televizyon izlemenin oluşturduğu psikolojik durumlara, eğitici olduğu düşünülen programların çocuğa verdiği zarara, ekranın ses ve görüntü bombardımanının çocuğun algısını kilitleyip onu nasıl uyuşturduğuna, aile hayatına yaptığı tahribata ve bunu tamir etmenin yolları gibi meselelere değiniliyor. Ana tema, televizyon ve diğer medya aygıtlarının ortadan kaldırılması gerektiği değil. Televizyonun yıkıcı etkileri tartışılarak, anne babalara ve eğitimcilere kontrol altına alma konusunda tavsiyeler vermek.

Marie Winn; çocuklar, anne babalar ve uzmanlarla yapılan mülakatlar üzerine 60 yıllık deneyimini de ekleyerek derlemiş eserini. Tespiti şu: Televizyon, çocuklar için kesinlikle sınırlandırılmalı. Çünkü onları hayata ve insanlara karşı duyarsız hale getiriyor, ailede iletişimi yok ediyor, insanların düşünmesini, okumasını ve kendilerini geliştirmelerini neredeyse imkânsız hale getiriyor. Kitapta Amerikan Pediatri Akademisi'nin ilginç tespitine de yer verilmiş: İki yaşından küçük çocukların televizyon izlememesi gerektiği basit bir tavsiye değil, bu nörolojik ve psikolojik olarak gerekli.

Öyleyse televizyon bunca araştırmalar sonucunda gerekli olmadığı, çoğu kez de istenmediği halde neden bu kadar fazla yer işgal eder hayatımızda? Bu soruya verilen cevap net: Anne babalar kendi rahatlarını düşünerek çocuklarını fişle uyuşturuyor.

Ekrandan neden uzaklaşılmıyor?

İnsanların kendilerini ekrandan uzaklaştıramama sebebi kişide hipnoz etkisi oluşturması. Ancak bu doğrudan olmuyor. Çocuk televizyon karşısında çok zaman geçirdiği için yaşayamadığı deneyimler dolaylı olarak onu etkiliyor. Mesela onun televizyon izlediği süre içinde söyleyemediği onlarca sözcüğü, soramadığı soruları, yapılmayan sohbetleri hesaba katmak gerekiyor.

Sosyolog Urie Bronfenbrenner, televizyonun dramatik yönünü şu ifadelerle anlatıyor: "Eski sihirbazlar gibi televizyon da büyü yapıyor. Konuşma ve eylemi durdurup canlıları sessiz heykellere dönüştürüyor. Televizyonu açmak, çocukları insana dönüştüren süreci kapatmaktır.

En çok beş yaş altı çocuklar izliyor

Beş yaş altı çocuklar, televizyonun en yoğun kullanıcıları arasında yer alıyor. Nielsen Raporu'na göre, 2-5 yaş grubundaki çocuklar haftanın 22 saatini ekran karşısında geçiriyor. 6-11 yaş grubunda bu süre 18'e düşüyor. 1982'de dokuz yaşındaki çocukların yüzde 39'u günde 3 ila 5 saat televizyon izlerken bu oran 1999'da yüzde 47'ye yükselmiş.

Televizyon sözel becerilerin gelişimini engelliyor

Çocukların, sosyalleşmesi için temel iletişim becerilerini (okuma, yazma, kendini rahat ifade etme) kazanmaları gerekir. Televizyon, sözel becerileri geliştirmez, zira çocuğun sözel katılımını gerektirmez. Çocuk pasif alıcıdır.

Televizyon, çocukların yeteneklerini test etmesini ve yaşam faaliyetlerine katılımını sınırlıyor.
Çocukların hayal dünyası ihtiyacı, televizyonda sunulan yetişkin yapımlarından çok, kendi uydurup inandıklarıyla karşılanmalı.
Evde televizyon varsa bunlara dikkat!
Televizyon izleme süresinde kontrol ele alınmalı.
Katı kurallar konulmalı.
Yemeklerde ve yatmadan önce izlenmemeli.
Tek başına asla televizyon izlemek yok.
Düzenli olarak izlenen programların sayısı azaltılmalı ya da düzenli izleme hiç olmamalı.
Günde en fazla bir saat izlenmeli.
Evde sadece bir televizyon olmalı.
Çocukların odasında bulunmamalı.

5 Şubat 2012 Pazar

Bana Seni gerek Seni!

Bana Seni Gerek Seni (Yunus Emre) - Aslı Güngör




Bana Seni Gerek Seni

Aşkın aldı benden beni,
Bana seni gerek seni;
Ben yanarım dünü, günü,
Bana seni gerek seni,..

Aşkın, âşıklar öldürür.
Aşk denizine daldırır
Tecelli ile doldurur
Bana seni gerek seni.

Sofilere sohbet gerek
Ahilere ahret gerek
Mecnunlara Leylâ gerek
Bana seni, gerek seni.

Yunus durur benim adım
Gün geçtikçe artar odum
İki cihanda maksudum
Bana seni gerek seni...

Yunus Emre


____________________________________________________________



____________________________________________________________

'Nedir kıymeti insanın, adresi yoksa?' (Mahmut Derviş)