4 Mart 2012 Pazar

Filmlerin de ruhu vardır

İlk savaşı ben verdim. Fatih'le karşılaşmaya hazırladığım ruhum perde açıldığında reklamların saldırısına uğradı.
Kendimi koruyacak bir kalem yoktu. Koltuğumda hafif hafif sağa sola kaykılarak üzerime yağan okları savuşturmaya çalıştım. Ele geçirilmek istemiyordum. Burçlarım olsaydı kızgın yağ dökerdim kasa şövalyelerinin üstüne. Patlamış mısırdan etkileneceğe benzemiyorlardı. Ardı arkası kesilmiyordu akınların. Püskürtülen kuvvetler çok geçmeden yerlerini yenilerine bırakıyordu. Müslümandım, Papa'dan yardım dileyemezdim, yardım isteyebileceğim bir komşum da yoktu. Yanımdaki koltukta oturan bahtsız aldığı yaralardan baygın düşmüş, cebinden paralar sızıyordu. Makinistten imdat dileyebilirdim. Fakat zaman değişmiş, "Makinist kes!" diye bağırabilen kostak seyirciler tarihin tozlu sayfalarında kalmıştı. Farklı bir açıdan bakarak içimi rahatlatmaya çalıştım. Bütün dünya beni ele geçirmeye çalıştığına göre önemliydim.
Film başladığında yorgun düşmüştüm. Beni diriltecek büyülü kelime "Medine"ydi. Sahabi, Mısır televizyonu spikeri edasıyla tane tane okuyordu hadisi: "Letuftahanne'l- Konstantiniyye..." Hayalimdeki resimle örtüşmedi bu yüz. Bu tabiî bir şeydi aslında. Hangi suret hayallerimizle yarışabilirdi. Fakat sorun yüz değildi galiba, heybet arıyordum. Bir bakış, bir mimik, bir ruh esintisi... Hz. Hamza ve Ömer Muhtar'dan göz aşinalığımız vardı; yaşasaydı da Anthony Quinn oynasaydı tek cümlelik bu rolü! Her neyse takılmayayım ilk sahneye. Bu filmde sinemada olduğunuzu unutturacak rüyalar da var. Sırayla söz etmeyeceğim ve her şeyi anlatmayacağım size. Çünkü bu film seyredilmeyi hak ediyor. Ah o dövüş sahneleri! Gerçekten çok etkileyiciydi. Az daha sinemadan çıkıp kaldırımda satılan çakma bir samuray kılıcıyla dönecektim perdeye. Saçlarım zaten uzundu. Yanaklardan içeri doğru oyulmuş bir şövalye sakalı da edinebilirsem her iki tarafta da yabancılık çekmezdim. Ulubatlı Hasan'la Jüstinyani ne kadar benziyordu birbirine!
Yalnız topların dökümü, gemilerin karadan yürütülmesi ve surun altında kan ter içinde tünel kazan lağımcılar için dahi bu filmi seyredebilirdim. Her filme bir masal gözüyle baktığımdan, olmuş mudur olmamış mıdır, tartışmasını tarihçilere bırakarak inandırıcılığını sorguladım filmin. Namık Kemal'in Vatan Yahut Silistire'sindeki erkek kılığına girmiş Zekiye'nin yeni versiyonu Era'ya ısınamadım bu yüzden. Fatih'i mızmız, Akşemseddin'i komik, Ulubatlı'yı "Cool" buldum. Kahramanların Refik Halit Karay'ı mezarında gülümseten 2012'nin İstanbul Türkçesiyle konuşmalarınaysa bayıldım. Sultanların o pek meşhur "Tiz" sözüyle başlayan, "Yapıla, edile, vurula" gibi emirlerini duyamayınca, Fatih'in askerlerine yaptığı konuşmayı endişeyle izledim. Ya "İstanbul'u fethetmeniz gerekiyor değerli askerlerim!" deseydi!
Filme en çok Fatih'in şehre girme sahnesini seyretmek için gitmiştim. Fetih askerlerinin arasına karışıp onlarla dualar etmek istiyordum. İtiraf edeyim, şükür gözyaşları dökmeye ihtiyacım vardı. Kamera her yüzün ebedi haritasını çıkaracak diye boşuna bekledim; benim yüzümü de içine alacak diye boşuna. Hiç kimse sormuyor; mehter nerede! Üç yüz kişilik o ilahi orkestra... Tekbirin sırasıydı hem; dudaklar kıpır kıpır oynayacaktı. Fatih'in muzaffer bir kumandan olarak Ayasofya'ya girmeden önceki bir hareketi vardı ki, Stefan Zweig'ın dahi gözünü kamaştırmıştı. Filmde yanından bile geçilmeyen bu sahneyi bakın nasıl anlatıyordu Zweig "Yıldızın Parladığı Anlar" kitabında: "Bu kiliseyi Tanrısına dünya var oldukça kalsın diye adamadan önce şükran borcunu ödeyecek Sultan, büyük bir alçakgönüllülükle atından iniyor ve yere kapanarak dua ediyor. Sonra da bir avuç toprak alıp başının üzerinden serpiyor ve bu davranışıyla ölümlülüğünü hatırlamak, zaferi ile mağrur olmamak istiyor..."
Ayasofya'ya girdikten sonraki sahneyi ise şöyle betimliyor biyografinin üstadı: " ... Bu eşsiz ihtişam içindeki dualar sarayının kendisine değil, büyük Tanrısına ait olduğunu kuvvetle hissediyor. Derhal bir imam getiriyor ve Padişah, yüzü Mekke'ye çevrili olduğu halde, evrenin mutlak hâkimi olan Tanrısına bu Hıristiyan mabedi içinde ilk namazını kılarken, minbere çıkan imam da, İslam dininin şartlarını yerine getiriyor. Hemen ertesi gün, ustalara eski dinin bütün işaretlerini kaybetmek işi emrediliyor. Mihraplar yıkılıyor, mozaikler badana ile örtülüyor ve yeryüzünün bütün acılarını kucaklamak ister gibi bin yıl kollarını açmış olan haç, Ayasofya'nın tepesindeki salip, boğuk bir gürültü çıkararak yere kapanıyor..."
Kırmızı kadife perde ağır ağır kapanırken film alt yazıları gibi şu cümleler geçiyor aklımdan: Büyük emekler verilmiş bu film seyredilmeyi hak ediyor, daha iyilerini düşleyebilmek için. Ne demiş Araplar, "Mâ lâ yudrek kulluhu, lâ yutrek culluhu/ Bir şeyin tamamı elde edilemese de bir kısmından vazgeçilmez."

(A.Ali URAL)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Buraya soru veya görüşlerinizi yazabilirsiniz!